11 MAYIS SÖNMEYEN ÜMİT 1 [1]
Fetgerey ŞÖENU
Bugün 11 Mayıs. Yani, Şimali Kafkasyalıların milli vicdanının için için kaynayan bir yanardağın ani indifaı gibi kudretli binbir heyecanla Rus despotlarına, zulüm ve işkencelerine isyanla Şimali Kaf¬kasya’nın istiklâl bayrağını açtığı o muazzam günün sene-i devriyesi...
Düşünüyorum ki bugün, nice yıllardır en ücra, en kuytu köşelerine bile sinen kan ve barut kokuları ile bunalmış duran hür tıynetli insanların yurdu, Hazar Denizi’nden Karadeniz’e kadar bütün dağları ve vadilerde, bütün ormanları ve nehirlerde, bütün kardeş zümreleri ile tek bir kalp gibi sevgi ve meserret içinde çırpınmış, istiklâl bayramını ilk defa tesit etmişti.
Ezelin nurdan yarattığı Kafkas Dağlarının Rus istilası ile bir asra yakın kararan fezalarında, muzlim gecelerin koynunda parlayan nur noktaları gibi doğan bu istiklâl yıldızı ne mehabetli idi. Bir bahar günü çiçekleri fışkırtan ılık rüzgârlar gibi tatlı esen o hürriyet havası ne hayat verici idi... Ve ulu dağlar, ışığını Kafkaslıların ruhundaki imânın aydınlığından alan bu yıldızın doğum gününü ne kadar, ne kadar zamandır hasret gözü ile gözlüyorlardı... Kahraman ecdadının hayırlı varisleri olan çocukları; memleketin kuruluş mayasından fışkıran bu havanın önüne, düşmanların kahrederek kurdukları setleri yıkmağa asıl uzun yıllardan beri teşne ve hevesli idiler...
Bu, zulüm ile hakkın, kuvvetle faziletin sonsuz boğuşmalarından bir sahife hikâye eden faciadır. Her Şimali Kafkasyalının daha beşikte iken ninni diye anasının yanık bağrından hıçkırdığı destanlarla bellene bellene büyüdüğü bu sahife tamam 100,150 sene imanı bütün ecdadın saf ve civanmert kanı ile kızara kızara dolmuş; 100, 150 sene her gün bir başka mıntıkada Moskof eli ile yakılan ve yıkılan mesut köylerin mesut hanımlarının yangın dumanı ile işlene işlene kararmıştı.
Nihayet geçen asrın ortalarında idi. Hür Kafkasya baştanbaşa esir Kafkasya olmuştu. Dört bin, beş bin seneden beri dağların üstünde ve arasında kendi sosyal saadetlerine yaslanıp tüten ocaklar baykuşlara yuvalığa hazırlanmıştı. Çünkü 150 sene zarfında, sahralarda canavarlık tıynetini tatmin etmek üzere parçalamak için ceylan kovalayan Rus ihtirası muzaffer olmuştu. Artık son zinde alevin kendilerinde parladığı görülen Şimali Kafkasyalıların kanından doya doya içmek fırsatını bulmuş ve hürriyeti zincirlere vurarak dipsiz uçurumların sabahı olmayan karanlıklarına yuvarlamışlardı...
Bu; her Rus’a günlerle değil, haftalarla, aylarla tesit edilmesi farz bir bayramdı. Servet, ihtişam ve kanlarıyla sulaya sulaya hudut çizdikleri topraklardan kovulan yüz binlerce Çerkes’in yurdunda efendilik hediye eden bir bayram... Buna karşı her Çerkes’e asırlarca zaman yüreğinden sızısı silinmeyecek bir dağ, bir musibet ve bir felâket idi. Fakir, sefalet ve esaret getiren, kendi vatanında, kavminin cellatlarına eğilmeye cebreden bir tayfundu. Fırtınalar, ormanlardan geçerken ağaçların dallarını nasıl kırar, yapraklarını nasıl dökerse bu tayfun da Şimali Kafkasyalıların kolunu öyle kırıyor; servetten, refahtan, saadetten ve bunlarla beraber namus ve şerefini savunacağı silahından ayırıyor; mujikten daha zelil, daha hakir bir derekeye yuvarlıyordu. Bundan böyle Kafkasya’nın nasibi; yuvasından, huzurundan, hürriyetinden, istiklâlinden ve bütün mukaddesatından ırak yaşamaktı. Öz yurdunda, hatta ailesi hariminde ferman okunacak kudret kendi kudreti değildi, milletinin de kudreti olamayacaktı. Ancak ve yalnız Rus despotizminin her kabaran ihtirası olacaktı.
Bütün bu musibet yağmuru içinde bile Kafkasyalılarda yine bir şeyler kalıyordu. Ruhundaki (engin istiklâl imanı), elindeki 100-150 sene bu imanın tahakkuku uğruna çarpışa çarpışa parçalanan kırık kılıcı ve hamaset tarihinin şanlı destanı... Rus ordularının, Rus altınlarının, Rus desiselerinin bitmez tükenmez akınları, avutmaları bu imanı söndürememiş, kılıcı kırmış fakat kınına sokturmamış, tarihi tahrife yeltenmiş fakat unutturamamış idi. Bunları Kafkaslıdan alacak kuvveti Allah henüz Ruslara vermiş değildi. Ve Kafkaslı yalnız bunlara dayanacak, hakkın kendine gösterdiği kahpeliğe, kuvvetin zulme alet olmak için arz ettiği teşneliğe, Rusların cebir ve şiddet ile çöken kulluk kahırlarına makamı tezyifte gülecekti. Mısırın Firavunlarına ihramlar kuran mazlum esir gibi acı acı gülecekti. Onun manevi hüviyeti, sarsıldığı derecede kırılmamış, silinmemişti. Bütün bir celâdetle 100, 150 sene güneşlerden daha parlak kahramanlık sahneleri kaydeden mazide olduğu gibi, şimdi de ruhunda engin ve derin, aynı zamanda daha cevval, daha yakıcı bir ateşin yandığını duyuyor, içinde biriken hisleri, dalı budağı kırılmış ağaçların içindeki hayat usaresi gibi eskisinden daha kaynar, daha yılmaz ve yorulmaz buluyordu.
Bir asra yakın, Ruslukla kaynaşmış, Rus ile anlaşmış kaç vicdan-ı kara çıktı? Bir seneye bir bile isabet etmeyecek kadar değil mi? Onlar kimlerdi? Aralarında hakkın tecellisine açık, vicdanla susayan halktan kaç kişi vardı? Hiç, değil mi?
Bu, Kafkaslılığa öz mal olarak kendinde kalan imanın, kinin kutsiyetine işaret eden tarihin yaktığı büyük nurun son ve sönmez bir armağanı idi. O yanacak, ebediyete kadar yanacaktı. Bu muazzam manevi mucizenin yanı sıra hayaleten, her hangi şekildeki Rus bayrağını düşündükçe o bayrağın dalgalanmasından uçan hava dalgalarını kalbime batmış birer ok gibi sızı ile duymayan ve hüviyetinin derinliklerinde kabaran kinin isyanlarını anlamayan bizden mi idi?
Ben, bunu her zaman duyuyorum ve ecdattan aldığım dersle biliyorum ki: “YAŞAMAK ÖLMEK DEMEKTİR. ŞEREFLE VE ŞEREF İÇİN ÖLMEYİ BİLMEYEN, ŞEREFLE VE ŞEREF İÇİN YAŞAMAYA LAYIK OLMAYANDIR.”
Yokladığım zaman içimde tabiatın bu mücrim ve günahkar ...... karşı unutulmaz düşmanlıklar buluyor ve bu sesi duyuyorum:
«Ey gökyüzü yıldızlarına erişen yüce dağlar gibi kahramanlık semasını aşıp geçen hamaset tarihinin ............. hürriyet, bilmiş ol ki ....................düşmanı Rus’un pençelerinde boğulan hürriyeti ve istiklâli kurtarmak için yaralı kaplanlar gibi saldır. Mani olmak isteyenleri kanla ve ateşle boğ, öldür. Eğer silahın yoksa şehit baba ve dedelerinin mezarlarını aç, kemiklerini çıkar, hürriyetini, varlığını, istiklalini gasp edenlerin kafalarını yılan kafaları ezer gibi ez ve cesetlerinin üzerinden bayrağını aç... O vakit sana, kanından kan, canından can, ruhundan ruh veren dedelerinin - Allah’ın yakınında uçan - ruhlarını da şad etmiş olacaksın... »
İşte 11 Mayıs 1918 günü, Kafkaslının sönmeyen imanı, milli vicdanı bir asra yakın esaret devresinin her doğuşunda aradığı «ÜMİT» ine kavuşmuş, beklediği hürriyet güneşi kendi ruhundan fışkırıp taşmış, istiklâline kavuşmuştu. İki deniz arasındaki aziz yurdunu belki Kafkas tarihine ilk defa olarak kaydettiren bir gün olmuştu.
Malumdur ki güzel ve zengin Şimali Kafkasın mevkisi, vaziyeti, yer üstü ve altı kaynakları ile geniş servete sahip. Fakat halkı hodbin müteazzım ve mağrurdur. İki Çerkes’in aynı noktada, aynı kanaatle birleşmesi bile ender vakalardır. Almanların meşhur Bismark’ının kendi zamanındaki Almanları tarif için söylediği «Üç Alman bir araya gelince dört rey doğar» sözü sanki Şimali Kafkasyalılar için söylenmişti. O zamanlarda üç Çerkes, üç Kafkaslı bir araya gelince, dört değil, hatta on dört rey doğardı. ........ istiklal gayesi hesabına gayri kabili telafi bir zarardı. Bazen Kafkasyalıları mahveden şey bu …… ile onu izaleye matuf teşkilattan mahrumiyetti. Yoksa hürriyetin tadını bitmemek vatan sevgisini duymamak değildi. Tarihin en eski devirlerinden bugüne kadar Kafkaslılığın hakkı ile iftihar edebileceği vasıfların başında bunlar vardı. Fakat ferdi olarak vardı. Her fert ayrı ayrı ve başlı başına vatan, hürriyet ve millet sevgilerinin tecessüm etmiş bir timsali idi...
11 Mayıs bu çok mühim noktanın, Kafkasya’nın bütün kavimlerinden ziyade Şimali Kafkaslılar tarafından sezildiğini, uzun esaret senelerinin (VAHDET) fikrini her mıntıkadan ziyade buraya telkin ettiğini göstermesi bakımından çok mühimdi. Onların bu idrakini doğuran şey vatanın ne demek olduğunu fiilen anlamış olmalarıdır. Şimali Kafkasyalıların isimsiz ve meçhul bir kahramanı, eski istilâ devrinde bir gün bir Rus generalinin «Ruslar denizdeki kum kadar çoktur. Siz azsınız, nasıl başa çıkabilirsiniz?» sözüne, «Ehemmiyeti yok. Onlar ne kadar çok olurlarsa olsunlar, biz onları deniz dalgalarının kumları çiğnediği gibi boğarız» mukabelesini boşuna etmemişti. Kaytuko Büyük Aslan Bek’in, Hatuğzokue Mıssevst’in, Mansurların, Gazi Molla ve Şamillerin öz dilekleri olan vahdetin ilk temel taşı da böyle umumi bir sevgi ve şevkle, bütün ruhları aynı ahenkle titreten bir heyecanla atılmış oluyordu. Evet, 11 Mayıs 1918 Şimali Kafkas istiklâlinin mesut günü olmakla beraber Şimali Kafkas halk ittihadının da sembolik günü olmuştur.
[1] Yeni Kafkas, Yıl: 3, Sayı: 15, s: 4-5, Mayıs Haziran 1959.