RUS SÖMÜRGECİLİĞİNİN MEDENİYET YALANLARI[1]
M.Aydın TURAN
“Büyük Kafkas Sürgünü ve Soykırımının 130.Yılı Anma Toplantısı kapsamında, 29 Mayıs 1994 tarihinde İstanbuldaki Kafkas-Abhazya Kültür Derneğinde araştırmacı yazar M.Aydın Turan tarafından verilen konferans
Hepinizi sevgiyle selamlıyorum.
Güzel bir dünya tabii ki hepimizin rüyası. Refah ve saadet beklentileri, aslında insanlığın özel ve tabii ki doğal olan eğilimlerini yansıtıyor. O, binlerce yıla uzanan insanlık serüveni, gelişimi nasıl olursa olsun hep daha iyiye, daha güzele doğru varabilmenin kaygılarıyla yoğrulmuş ve şüphesiz ki bugünden sonra da aynı kaygılar büyük ölçüde insanlığın gündeminde varlığını hissettirecektir. Bakıyorsunuz ki bir bütün olarak insanlık serüveni, aynı zamanda yönleri çok farklı olan gerçekleri de içeriyor. Bazen o tarih, yüreğimizdeki bir titreşim oluyor, bazen bir ümidin şarkısı kesiliyor. İşte orada bize ferahlık veren, içimizi rahatlatan yükseliş dönemleri de var. Bakıyorsunuz, haz duyuyorsunuz. Aynı zamanda o lirizmin kaybolduğu, koskoca ağıtların kulaklarımızı tırmaladığı bazı dramatik dönemler de var. Onlara da bakıyorsunuz, ürperiyorsunuz. Bir anlamda da gülüşünüz donuklaşıyor. Tabi, bu insanlık serüvenindeki genel manzara toplumların hayatlarını da değiştiriyor, grupların hayatlarını da değiştiriyor. Her şeye rağmen toplam olarak hepsi de kazanılmış bilgi ve tecrübeleri ortaya çıkartıyor. Ve düz bir çizgide gitmeyen bu akış; bizlerin bir şuur, bir tarih bilinci edinmesine de katkıda bulunuyor.
Şimdi geriye dönüp baktığımızda, ortalama altı nesil ömre denk gelen koskoca bir 130 yıl var. Yedinci bir nesil geliyor, yani bizden sonrakiler. 1864’ü baz alarak söylediğimiz o 130 yıl öyle de böyle de yaşanmış bir zaman; öncesi var, sonrası var. Fakat o 1864 noktası, sert bir virajın başlangıcı olarak dikkati çekiyor. Şimdi olayı 130 yıl evveline götürecek olursak, orada doğusundan batısına bütün Kuzey Kafkasya'nın verdiği bir kavgayı görürsünüz. Neye karşı bir mücadele bu? Bu mücadele sömürgeciliğe karşı bir mücadele. Neye karşı bir mücadele bu? Çıkar bloklarının tahakkümlerine karşı bir mücadele! Ve bir paylaşım kavgasında kendince varolabilme, varoluş mücadelesi!..
Nitekim o 1925'li yıllarda Kuzey Kafkasya'lı bir yazar Aytek Kundukh diyor ki, şimdi ifadeyi rahatlıkla sarfediyorum; "Enteresandır ki 200 yıl süren bu kanlı savaşlar Kuzey Kafkasya halkları için fiil olarak başkalarının şöleninde eğlenmek gibi bir şeydi" diyor. Aslına bakarsanız bu olayı 16. yüzyılın derinliklerine kadar götürmek mümkün. Çünkü 16. yüzyıl “karakteristik” bir çok yönüyle dikkatleri çekiyor ve sert dönüşümler o yüzyılda başlıyor. Ne oluyor? İşte, dünya genelinde, ülkeler arası ekonomik ilişkileri genişleten büyük deniz ticareti o dönemlerde ağırlık kazanıyor, koloni sistemi güçleniyor, spekülatif hareketler artıyor, sermaye birikimi yoğunlaşıyor ve militer anlamda da güç; tüfekleri ve topları olan büyük ordulara kumanda edebilecek kaynaklara sahip kişi ve grupların eline geçiyor. Yani barut devrimi dedikleri olay, savaş teknolojisine sahip kuvvet merkezlerinin oluşmasına etkide bulunuyor.
Olayın derinliğini 16. yüzyıla götürdüğümüzde, 16. yüzyılın Kafkasya'sı, çevresinde çok farklı miktarda, çok farklı güçlerin ortasında bir hakimiyet alanı olarak beliriyor. Niye beliriyor? Çünkü stratejik ticaret ve ulaşım yollarının kesiştiği bir coğrafya. Yani bugünle belki kıyaslanamaz ama o dönem Taman’dan başlayıp Derbent-Bakü-Tebriz hattını izleyen bir batı-doğu yolu var, bir de Astrahan-Derbent-Tebriz hattı var, ki bu da kuzey-güney yoludur. Bahsettiğimiz güçler de bildiğiniz gibi Rusya, Osmanlı, Safevi ve Kırım güçleridir.
Çok dilli, çok kavimli bir coğrafya olan Kafkasya oyuna nasıl dahil oluyor? Yarı göçebe, yarı yerleşik unsurlara dayanan Kırım Hanlığı’nın tazyikleriyle bu oyuna dahil oluyor. Aslında Kırım Hanlığı dedikleri yapı köle ticaretinin başlangıç noktalarından biri. Kafkasya üzerinde de önemli tazyikleri var. Bu tazyiklerden korunmak için de ister istemez bizim coğrafyamızdaki insanlar dışsal bazı ittifaklara ihtiyaç duyuyorlar. Mesela Kabardey prenslerinin bunlarla bir savunma anlaşması yapmaları gibi. Daha sonra işte 1556 civarında da Çeçen ileri gelenlerinin büyük bir kafileyle Moskova'yı ziyaret etmeleri gibi. Böylelikle de diplomatik ilişkiler başlıyor.
Fakat bu arada Rusya büyük yürüyüşüne başlamış durumdadır. 1480'de Tatar hakimiyeti son bulduktan sonra Asya içlerine kadar uzanacak ilk adımlarını atıyorlar. Nasıl atıyorlar? Astrahan'ın fethi, efendime söyleyeyim, Kazan Hanlığı'nın devreden çıkarılması ilk ciddi adımlar. Bu ciddi adımlarla da özellikle Volga ticaret hattını ele geçiriyorlar, böylelikle de güneyin kapılarını kendilerine açıyorlar.
O dönemlerde bölgenin ileri gelenlerinden Kabardey prensi Temruk, Rus mallarının kendi bölgesinden transit geçişine kolaylık sağlamak maksadıyla İvan'la bir anlaşma yapıyor, hatta bu prensin kızı 1561 yılında İvan’la evlendiriliyor. İşte bazı kaynaklar diyorlar ki; İvan’la Temruk arasında aynı dine mensup olmaları dolayısıyla böyle bir ittifak doğdu, böyle bir yaklaşım sağlandı. Bunlar hangi kaynaklar? Örneğin; Neguma Şora Bekmırza’nın Çerkes Tarihi'nde var, İzzet Aydemir'in Göç isimli etüdünde var. Ama bunlar gerçekliği yansıtmıyor, yüzeysel bilgiler. Halbuki Temruk yüzeysel bir müslüman. Aslında İvan’ın takip ettiği politika esas itibariyla dost edinme siyasetine dayanır. Yani çevre bölgelerde zengin tüccarların, din adamlarının, toprak sahiplerinin dostluğuyla bir açılım politikası güdüyor. Bunun Kafkasya'daki yansıması Temruk kalesinin inşasıdır. Özet olarak Kafkasya'ya ilk adımlarını böyle atıyorlar.
Şimdi hadiseyi biraz daha felsefi plana çekersek; tarihi, evet bir kronolojik olaylar manzumesi olarak da görmek mümkün ve böyle bakıldığında bu olaylar yaşanmıştır, geçmişte kalmıştır. Bir de ikinci plan var, tarih sadece kronolojik olaylar manzumesi değil. Orada zaman olgusunun da içinde yer aldığı sebep-sonuç ilişkileri doğuyor. Dolayısıyla da, bir şuur hadisesi haline geliyor. Yani bu anlamda biz geçmişe bakarken aslında üç boyutlu bir perspektif geliştirmek durumundayız. Nedir bu perspektif? Geçmişe dair yaşananların tümü, dinamikleriyle, mekanikleriyle tarihi oluşturuyorsa; bugünü kavramak, kim olduğunu bilmek, nerden gelip nereye gittiğini anlayabilmek için de düne muhtacız. Geçmişi, kendimizi bilmenin bir tekniği olarak algılarsak bu önemlidir, bilinmelidir ve yorumlanmalıdır. Ben olaya bu noktalardan yaklaşıyorum. Bu noktadan yaklaştığımda da şu soruyu soruyorum:
Diyorum ki; 1864 noktasına kadar ne oldu?
Ne olmuş? Ülke istila edilmiş.
Ne olmuş? Doğusundan batısına insanı zulüm görmüş, medeniyeti yerle bir edilmiş.
Şimdi siz bu eylemlere muhatap olanların sevindiklerini düşünebilir misiniz? Böyle bir şey söz konusu olabilir mi?
Elbette olamaz!..
Ama o dönemlerde olanlara bakalım, sıcağı sıcağına. O haysiyetsiz eylemleri alkışlayanlar var. Örneğin Pavlov gibi, Lavrov gibi insanlar var. Bunlar akan kanlardan da, verilen canlardan da adeta mesut oluyorlar.
Eğer o dönemlerdeki yazılara bakarsanız, ne aklın ne de vicdanın kabul edemediği bir takım çirkinlikleri, çirkeflikleri görürsünüz. Yazdıkları satırlara göz atın! "Kafkasya soyguncu yuvasıdır", "Kafkasya sadece zulüm ve yağma düşünen insanların ülkesidir", "Kafkasya Rusya'ya çok şey borçludur çünkü Rusya sayesinde o coğrafyada gelişim ve refah olmuştur" gibi. Bu tarz yaklaşımlar sadece bu ismini zikrettiğim insanlar tarafından dile getirilmemiş, mesela çok çok tanıdığınız bir başka isim vardır. Kimdir bu isim? Puşkin. "Erzurum Yolculuğu"ndan tanırsınız, güzel şiirlerinden tanırsınız. İşte bu entelijansiya mensubu bile netleşmemiş bir hümanizma ile slav mahsülü zırvalar arasında yalpalar durur ve ilginç şeyler söyler. Örneğin; önce bir durum tespiti yapar. Der ki; "Çerkesler bizden nefret ediyor." Şu gerekçeleri de sıralıyor. Diyor ki; "geniş otlaklarından söküp çıkarmışız onları, köylerini yakıp yıkmışız, köklerini kurutmuşuz." Buraya kadar doğru. Ya sonrası!? Sonrası bir tür histerik vaaz!.. Keşişin vaazı!.. Bütün o sömürgecilerin, sömürge yanlılarının sihirli formülünü, Puşkin'de de görüyoruz. Onun da cebinde o sihirli formül var. Ne o formül? “Kafkasya'ya medeniyet götürmek!” Bu, farklı olana tahammülsüzlükten başka bir şey değil. Sözüm ona “medeniyet götürmek” gibi iddialı bir misyonu da bunun dayanağı yapıyor. Yine bir soru soruyor kendi kendine Puşkin, "bu milletle nasıl uğraşırız?" diye. Eğer bu soruya kendisinin verdiği cevaba bakarsanız, yine bu hamilik iddialarının vahametini de anlarsınız. Cevabı şöyle: “Karadeniz'in doğu kıyılarını ele geçirerek Çerkeslerin Türklerle ticaret yapmasına engel olur, böylelikle onları bizle yakınlaşmaya zorlayabiliriz. Zenginlik karşısında gözleri kamaşır, yola gelirler. Çağımızın en etkili bir başka yolu ve yöntemi daha vardır, ki o da İncil’in öğütlenmesidir.” Yani “Kafkasya hristiyan misyonerler bekliyor” diyor. Burada da din motifi var.
Şimdi, kelimeleri olanca yumuşatmama rağmen bunlar, şöyle oturup iyice düşündüğümüzde bazı soruları bizlere sordurtmalı. Örneğin Puşkin ne demiş? Kafkasya'nın özgür iradesi ile yaşaması gerektiğini mi söylemiş? Hayır!.. Bunlar kendinden farklı bir medeniyeti kabullenen ifadeler mi? Bu da yok!.. Bunlar, kriter olarak kendilerini, kendi değerlerini, kendi kastettiklerini ortaya koyan ifadeler.
Daha sert söylemler de var. Bunlar çok daha net şekilde ortaya koyuyorlar. Örneğin Fadayev. Fadayev de bir general. Kafkas Savaşları içinde bulunmuş uzmanlardan biri. Onun analizinde de şu satırlar yer alıyor. Diyor ki; "Rusya, Kafkas yarımadasından gereken her yere ulaşabilir. Rusya için Kafkas yarımadası; Rus kıyısını Asya kıtasının kalbine bağlayan bir köprü, Orta Asya düşman tesirlerinden koruyan bir duvar, Karadeniz ile Hazar Denizlerini muhafaza eden bir ileri tabyadır. Bu memleketin işgali, devletin en belli başlı görevini teşkil eder" diyor. Fadayev hiçbir dolambaçlı yola girmeden kendi stratejilerini, hedefi ve uygun politikayı ortaya koyuyor. Yani onun tavrı "minareyi çalayım kılıfına uydurayım" şeklinde değil. Açık açık söylüyor.
Rusya'nın takip ettiği politikalar ilginçtir ki, en yalın şekilde Kafkasya'yı kan gölüne çeviren bu generaller, askeri yetkililer tarafından dile getiriliyor. Bunlar gibi bir sürü örnek daha var. Onlardan biri -ismini çıkartamıyorum şimdi-, diyor ki; "Bütün Çerkesler silah zoruyla boyun eğdirilmedikçe Kafkaslardaki harp devam edecektir.” Etmiştir de! Kafkaslarda çok uzun bir süre devam etmiştir. Akıllara durgunluk veren bu tasallut nice insanın hayatına mal olmuştur. Nice evin yıkılmasına, nice köyün de yakılmasına mal olmuştur. Ve savaşların bütün yıkıcı boyutlarını bu insanlar o dönemlerde yaşamışlardır.
Rakamların çok sağlıklı olduğu söylenemez ama eski kayıtlara göz attığımızda, bir coğrafyadaki insan potansiyelinin nasıl yok edildiğini, eritildiğini, savaş ve katliamların yıkıcılığıyla nasıl telef edildiğini takip edebilmek mümkün. 1840'lı yıllarda Kafkasya'nın 5 milyon nüfusa sahip olduğu kayıtlıdır. 5 milyon nüfus!.. 1850-1860 yılları arasında bu nüfusun 3 milyon 200 bin civarında olduğu kayıtlara düşüyor. Yani bir facia var ortada. Açık bir genosid var. Açık bir soykırım var.
Kafkasya’nın mücadelesi için çok şey söylenebilir, çok çok romanesk anlatımlara girilebilir, o destansı yönü nesillerden nesillere aktarılabilir. Bunlar doğrudur da. Şimdi bir coğrafya düşünün, üstünde bir çok halk yaşıyor. “İnsan dağı” benzetmesini haklı kılacak derece de bir dil, bir lehçe zenginliği var. Burada yaşayan insanlar arasında çok farklı inançlar hüküm sürüyor. Burada kabile hayatının kısır döngüleri yaşanıyor ve burada halkın maddi donanım eksikliği gözlere çarpıyor. Ve en önemlisi de küçük hakimiyet sahalarına dönüşmüş bu coğrafyada, bir tür site devletçikler, bir tür site devlet modelleri varlığını devam ettiriyor. Yani siyasi birlik ve merkezilik bir hayalden öteye gitmiyor. Kafkasya'nın 16. yüzyıldan başlayarak 1864'e kadar çizdiği panorama bu. Bunca olumsuz koşullara rağmen o sürdürülen mücadele tabii ki hayranlık uyandırıcı. Ama neticelere baktığınız da olayın rengi öylesine farklılaşıyor ki, kelimeler bile yetersiz kalıyor. İşte o noktada, 1864 noktasında, hatta hatta biraz daha geriye çektiğimizde; hiçbir hamasi, hiçbir ağdalı sözcük 1864 faciasını kucaklamaya yetmiyor. 130 yıl öncesinin bu dramatik öyküsü bugün bile gerçekten layıkıyle yazılabilmiş değil. O feci manzaralar bölük pörçük de olsa hayal gücümüzü zorlayan bazı ifadeler olarak kenarlarda, köşelerde duruyor.
Sürgünün tanıkları o feci sahneleri anlatmakta bile zorluk çekiyor. Diyor ki bir tanesi: "Sürgün edilmek üzere Novorossiysk'te toplanmış 17 bin dağlının bende bıraktığı korkunç tesiri hiçbir zaman unutamam. Şiddetli salgın, soğuk, tifüs ve diğer hastalıklar durumu alabildiğince zorlaştırmış, ağırlaştırmış. Islak toprak üstünde, paçavralar içinde iki çocuğu kucağında yatan bir Çerkes kadınını görüp de en acımasız, en duygusuz kalplerin bile burkulmaması imkansız" diyor. "Çocuklardan biri titreyerek can çekişirken diğeri de ölen annesinin katılaşmış göğsünde gıda arıyordu. Bu gibi acıklı sahnelere her yerde rastlamak mümkündü" diyor. Bu, hatıralardan biri. Bunu anlatan Adolf Berje gayriresmi bir insan, bir gözlemci.
Bir başka tanık, ki o dönemlerde Trabzon’daki Rus konsolosu Moshnin. Onun raporlarında vehamet, gerçeğe yakın bir şekilde dile getiriliyor. Bir raporunda şöyle belirtmiş; "Sürgünün başlangıcından bu yana Trabzon ve civarına 240 bin kişi gelmiş, bunlardan 19 bini ölmüştür. Şimdi 63 bin 290 kişi mevcuttur ve günde en az 180 ila 250 kişi ölmektedir. Ölenleri genellikle Samsun'a yolluyorlar. Giresun'da 15 bin kişi bulunuyor. Samsun ve civarında ise 110 binden fazla insan yaşıyor. Her gün ortalama 200'ü aşkın ölü bulunuyor ve tifüs salgını sürüyor". Raporlarından biri bu.
Buna benzer kayıtlara bir çok yerde rastlayabilirsiniz. Uzun uzadıya sıralamak da mümkün ve olayın nitelik ve nicelik boyutunu ortaya koyabilme gücüne de sahiptir bu veriler. İşte, niçin önem taşıyor bu kayıtlı veriler? Geldiğimiz yeri ve yaşadığımız süreci bilmek için önem taşıyor, bir şuur edinebilmek için önem taşıyor, bir gelecek düşüncesi yakalayabilmek, oluşturabilmek için önem taşıyor. Elbette olay dramatik ama öncelikle bir takım adımları atmak gerekiyor. Yani “130. Yıl” gibi bu tarz anmaların bir ağlama duvarı oluşturmaması, böyle bir amaca hizmet etmemesi gerektiğini bilerek, bu anmaların, arka planda bir "düşmanlık" hissini körükleme niyeti taşımaması gerektiğini bilerek, “tarih”i de çarpıtmalardan kurtararak yerli yerine oturtmak gibi bir misyon, bizlere düşen vazifedir. Bu adım kaçınılmazdır. Bu çaba bir yandan kelimelerin içini doldurmakla da benzer bir iş. Bir anlamda geçmişinize yönelik o dayatmaların gerçeklerden uzak olduğunu da tüm metodlarla ortaya koymak.
Böyle dayatmalar Rusların tarihinde çok. Ben sıralamak istiyorum ve özellikle de benim ağırlık verdiğim nokta bu. Ne yapılmış? Tarih yazılmış! Benim insanım mı yazmış, başkaları mı yazmış? Başkaları yazmışsa ne tür dayatmalarda bulunmuş? Dayatmalardan birincisi şöyle: "Rusya Kafkas halklarının dostudur." O dayatmalardan biri bu. Bakın, 18. yüzyılın sonundan 19. yüzyılın ortasına kadar devam eden savaş tek başına bu dayatmanın aksinin ispatıdır. Rusya her pozisyonda agresiftir, her pozisyonda saldırgandır. Dolayısıyla böyle bir dayatmanın geçerliliği yoktur.
İkincisi: "Rusya, Kafkas halklarını, Türk, İran ve İngiliz memleketleri karşısında korumuştur." Dayatmalardan bir diğeri de bu. Evet bahsedilen dönemde bu ülkeler doğu sorunu içerisinde aktör durumundadır. Aktör olmalarına rağmen Kuzey Kafkasya halklarına yönelik saldırgan politikaların yegane üreticisi Rusya'dır. Dolayısıyla saldırgan bir ülkenin böyle koruyuculuk rolü üstlenmesi mümkün değildir. Bahsettiği devletlerin rolü kendi çıkarlarını maksimize etmekten ibarettir. Hatta ve hatta kimi zaman da ittifakları söz konusudur. Dolayısıyla böyle bir dayatma da ancak Rusları memnun edecek mutlu bir şarkıdan ibarettir. Gerçeklik taşımaz.
Üçüncüsü: "Kafkas Halkları Osmanlılardan ve İngilizlerden maddi destek görmüştür." Böyle bir destek evet vardır ama bu destek hiçbir zaman resmi çevrelerden gelen destek değildir. Gayriresmi mahfillerin desteğidir. Mücadele boyunca özellikle Paris Antlaşması’ndan sonra ortaya çıkan olaylar da kanıtlamıştır ki, Kafkas halkları bu ülkelerin resmi çevrelerinden ciddi boyutlu hiçbir yardım almamıştır. Rusya, Osmanlı, İngiltere arasındaki ticari ilişkilerin yürüdüğü boyut dikkate alındığında asıl desteğin Ruslara verildiği görülür ki, bu bakımdan da söz konusu dayatma hiçbir zaman gerçekliği ifade etmez.
Dördüncü dayatma: "Rusya Kafkasya'ya medeniyet götürmüştür." Rusya, Kafkasya'ya ancak ve ancak soykırım götürmüştür, gözyaşı götürmüştür, ızdırap götürmüştür ve barbarlık götürmüştür. Resmi ve gayriresmi ağızlar tarafından da ifade edilen o sihirli söz aslında aralarında Rusların da bulunduğu bir çok gözlemci tarafından reddedilmiştir. Onlardan biri Abramov. Abramov, Kafkasya’nın Rus hakimiyeti altında çok kısa sürede harabeye döndüğünü, kolonizatörün bu zengin memleketi perişan hale getirdiğini 1884 tarihindeki notlarında zikrediyor. Bir diğeri de bölgenin istilası ve sürgünden sonra yaşam düzeyinin gerileme kaydettiğini ifade ediyor.
Beşinci bir dayatma olarak diyorlar ki: "Çerkesler Osmanlı ülkesine 'göç' etmişlerdir." Altını çiziyorum, "göç etmişlerdir" diyor. Bu argüman da bütünüyle mesnetsizdir. 1861'de II. Aleksandr Çerkes ileri gelenlerine "Ya gösterilen yerlere oturacaksınız ya da Osmanlı topraklarına gideceksiniz" şeklinde bir dayatmada bulunuyor. Yani bir iradî hareket söz konusu değildir, bir zorlama söz konusudur. Ve halkın ülkesinden koparılması 1864'te değil çok çok daha evvelinde planlanmıştır. O planlardan biri, işte 1851'de Petersburg'da oluşturdukları Kafkasya Komitesi tarafından yapılmıştır. Bu komite, ülkenin yerli halkından arındırılmasını, boşalan toprakların Rus, Kazak köylülerine ve imparatorluğun asker, memur tabakasına verilmesini kayıt altına almıştır. Yani olay düpedüz bir sürgündür, göç değil. Şimdi, Sovyet tarihçiliğinin de 1980'li yılların başlarına kadar ısrarla göç tabirini kullanması, benim perspektifimden Çarlık işgallerinin ve sömürgeciliğinin aklanmasına yöneliktir. Hangi dönemde olursa olsun Rus hegemonyasına zemin hazırlama amacına da hizmet etmiştir. Bazılarımız da, ister Kuzey Kafkasya'da olsun, ister Türkiye'de olsun göç tabirini kullanmakla, yalnızca ve yalnızca bu hizmete bir tür katkıda bulunmuşlardır.
Altıncı bir tez: "Çerkeslerin ülkelerini terk etmelerine sebep kabile reisleridir, din adamlarıdır." Böyle bir tez de var. Böyle bir dayatma da var. Bu çarpıtma da Rus işgalini haklı gösterme manevralarının bir parçasıdır. Sosyolojik hiçbir gerçekliğe dayanmaz. Olsa olsa, bir sıralar Kafkaslar’da "İstanbul Yolculuğu" diye bir piyes yazmıştı biri, Türkiye'de de sahnelenmişti, işte o Aksıra Zalimkhan gibi sığ düşünceli yarı aydınların, işbirlikçilerin teranesi olur ve hadisenin gerçek yüzünü maskeleme amacı güder.
Şimdi ben konuyu toparlayayım. 1864 sonrasındaki konumumuza bakarak bir cemiyet profili çıkartıp bu anlatımımı bağlamak istiyorum.
Genel hatlarıyla neler oldu?
Birincisi; 1864 sürgünü parçalanmış bir Kuzey Kafkasya dünyasına yol açtı. Yani kimliksel, kültürel, psikolojik, sosyal içerikleriyle özgür bir atmosfer atomize edildi. “Kafkasya” ve “Kafkasya dışı” oldu.
İkincisi; ülke, uzun savaşlar boyunca insan mevcudunu önemli ölçüde yitirdi. 1864 sürgünü öncesinde başlayan kolonizasyon politikaları ve uygulamalarıyla demografik avantajlarını yitirdi. 1864 sürgünüyle bu paradoks önemli ölçüde büyüdü.
Üçüncüsü; parçalanan Kuzey Kafkasya dünyası ortak bir varoluş stratejisi belirleyemedi. Yani, kitle bazında edilgenlikten kurtulamadı, yeni yapılaşmalar sağlayamadı, genelde içe kapalı tavırlar geliştirdi. Ve “gelenek” uğruna “gelecek” de heba edildi.
Dördüncüsü; dil kayıpları giderek ağırlaştı. Diaspora, 1864'ten sonra ilk 50 yıl içinde bu dramatik oluşuma sürüklendi. O 50 yıl içinde bu dramatik noktaya ulaşırken, bugün Kuzey Kafkasya'nın bazı kesimlerinde anadilini konuşamayanların oranı %9 ile %12 arasına dek ulaşmış durumdadır. Bu da küçümsenemeyecek bir rakamdır.
Beşinci olarak; coğrafya ve tarih bilinçlerinde kaymalar oldu. Bilgi kaynakları ve üslubu yenilenemedi, düşünce geleneği oluşturulamadı ve bu anlamda da diaspora bir mirasyedi konumunu işgal etti. Kuzey Kafkasya ise demin de bahsettiğim, sıralamaya çalıştığım dayatmalardan korunamadı.
Altıncısı; nihayetinde işte bunların hepsini alt alta getirdiğimizde biribirinden çok farklı sosyo-kültürel, ekonomik ve siyasal atmosferlerde yaşayan Kuzey Kafkasyalılar ulusal sorunla değil, uluslaşma sorunuyla karşılaştılar. Altını çiziyorum; "ulusal sorun" değil, "uluslaşma sorunu" ile karşılaştılar.
Bütün bunlara rağmen olumsuz bir dünya yok, olumsuz yaşam da yok. Hayatın her anında bu dertler de, problemler de ortaya çıkabilir. Asıl sorun bunların çözümlenememesi, çözüm alternatiflerinin üretilememesi. Bu acı bir şey ama bunlar bizim oyun sahamızdadır, irade bizdedir, yani sorumluluk bizim omuzumuzdadır.
Şimdi; 130 yılın öncesi ve sonrasında sergilenen gelişmelerde bu tavırların hiç mi fonksiyonu yok? Her şey bizim dışımızda mı gelişmiştir? Böyle bir şey yok, yani bunlara olumlu bir cevap verebilmek bile mümkün. Bizim sorumluluk alanımızda olan şeyler de vardır, ki belki bizlerin sığlığıyla, belki sistematize düşünceden uzaklığıyla bu noktaya geldik. Bu noktadan sonra ne olacak?
Günümüzde sanayi ötesi toplum modelleri oluştu. Bu modelin artık realize olup köklenmeye başladığı bir dönemde, ufkumuzda gerçekten diri ve tanımlanması gereken bir varoluş cümlesi olması gerekirken, ne yazık ki bu varoluş problemi hayali noktalara endeksleniyor. Varoluşun, hem diasporada hem de Kuzey Kafkasya'da sadece kültürel çözümlemelerle söz konusu olamayacağı, topyekün bir mücadelenin gerekli vasıtalarla desteklenmesi ve yürütülmesi gerektiği aslında net. Çok net!..
Son bir şey daha ekleyeyim. Konuşmanın başında söylediğim bir tespiti yinelemek istiyorum. O tespit de şu; işte kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi, nasıl bir serüvenin oyuncuları olduğumuzu bilmenin ve kendimizi tanımlayabilmenin bir tekniği olarak geçmişe dönebiliriz, ama geleceğimiz asla uzakta değildir ve yine geleceğimiz kendi insanımızın çabalarından bağımsız bir şekilde oluşmayacaktır.
Tahammülünüz için teşekkür ederim.
[1] “Büyük Kafkas Sürgünü ve Soykırımının 130.Yılı Anma Toplantısı, Kafkas-Abhazya Kültür Derneği Salonu, İstanbul, 29 Mayıs 1994. (Kuzey Kafkasyalılar Kültür Derneği Organizasyonu)