DİASPORANIN VAROLMA MÜCADELESİ VE BARİYERLER ÜZERİNE (2)

Anadolu’da herkes misafir
ama aynı zamanda da evsahibidir![1]

 

 

1920’li yılların başları, son yüzyılını işgal, soykırım ve sürgün kasırgaları altında geçiren Kuzey Kafkasya halkları ve diasporaları için tarihsel önemde kritik yıllardır. Kuzey Kafkasya’yı merkezi Rusya’daki uygulamalarının aksine zorba askeri idare ile denetim altında tutan otokratik gücün Şubat 1917’de yıkılması Moskova’nın tüm sömürge topraklarında kontrolünü kaybetmesine sebep olmuştu. Kuzey Kafkasyalılara tarihsel bir fırsat veren bu süreçten Osmanlı Kuzey Kafkas diasporası örgütlenmelerinin de yoğun desteği ile bağımsız “Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti” doğmuştu. Fakat bu devletleşme süreci, zaten yıkılmakta olan Osmanlı Devleti’nin sembolik ve kısa soluklu maddi ve manevi desteğine rağmen uluslararası ilişkilerin makyavelist dünyası içinde yaşam şansı bulamamıştı.[2] 30 Aralık 1922’de “Sovyet Rusya” önderliğinde ve güdümünde kurulan S.S.C.B (yeni Rus İmparatorluğu) ile “Sovyet Karanlığına” çekilen Kuzey Kafkasya, “yetmiş yıl sürecek ve Kuzey Kafkasya halklarının dünya politik sahnesinden bütünüyle uzaklaştırıldığı, kitlesel kıyım ve sürgünlere uğratıldığı, uluslararası basında bölgeye dair hemen hiçbir haberin yer almadığı, yeni bir sömürge dönemi”[3] ile yüzleşmişti.

 

1920’li yılların başında Rus İmparatorluğunun enkazından -sömürge halklarının tüm karşı duruşlarına rağmen- “Bolşevik”, “Sovyet Rusya” sahneye çıkarken, Osmanlı İmparatorluğunun enkazından da “Kemalist”, “Türkiye Cumhuriyeti” yükselmişti. Kuzey Kafkasya halkları ve diasporası da varolma çabası içindeki birçok halk gibi imparatorluk mirasları üzerinden yeniden formatlanarak ortaya çıkan bu iki yeni devletin gelecek tasarımının önünde çözülmesi gereken ulusal sorunlar yumağının bir parçası olarak duruyorlardı. Her iki yeni devlet de, “milliyetler meselesi”ni kendi meşreplerince hal yoluna koymak için harekete geçtiklerinde birinci sorunun, her iki ülke sınırlarında yaşayan parçalanmış halkların, diasporaları ile olan yaşamsal maddi manevi bağlarının kesilmesi gerektiğini biliyorlardı. “Bolşevik Rusya” ile “Kemalist Türkiye” arasında 16 Mart 1921 yılında Moskova’da imzalanan ve Osmanlı(Türkiye) Kuzey Kafkas diasporası ile anavatanı arasına tekrar çift taraflı bariyer çeken “Dostluk ve Kardeşlik Sözleşmesi”nin 8. Maddesi de[4], bu amaca hizmet eden temel dayanaklardan birisiydi. “Sovyet Rusya” 8. maddenin gereği için yeni “Türkiye”yi sürekli markaj altında tutmuştur. Moskova’nın baskısı, 1923 yılının Ağustos ayında “Çerkes İttihat ve Teavün Cemiyeti” ile “Çerkes Kadınları Teavün Cemiyeti”nin, Eylül ayında da “Çerkes Örnek Okulu”nun kapatılmasını hızlandırmış, “Kafkas Teali Cemiyeti”nin 1925 yılında faaliyetlerini durdurmak zorunda kalması ile de diasporanın örgütlü yaşamı sıfırlanmıştı. “Sovyet Rusya”nın rahatsızlık duyduğu bir diğer konu da, KKC’nin yıkılması sonucu Anadolu’da barınmaya çalışan politik göçmenlerdi. Onları da büyük hayal kırıklıkları yaşayacakları bir trajik yaşam süreci bekliyordu. [5]

 

Kuvâ-yi Milliye hareketinin Ankara’da oluşturduğu BMM[6], 1919-1923 döneminde Anadolu’daki savaşı kazanmaya odaklıydı. 11 Ağustos 1923’ten itibaren ise 2. Meclis (BMM- TBMM) büyük oranda Mustafa Kemal’in “pragmatizmi”[7] ile şekillenen yeni bir devlet tasarımının temellerini atıyordu. Mustafa Kemal’in denetiminde, toplumu sosyolojik, kültürel, politik ve ekonomik açıdan dönüştürme projesi, yeni devletin ulusunu (Türk Ulusu) oluşturmayı amaçlıyordu. Toplumu bir süreç içinde zorla ve baskıyla biçimlendirmeye çalışan jakoben otorite, attığı her adımda toplumun değişik katmanlarından ve çoğu eski mesai ve mücadele arkadaşları olan asker, aydın ve bürokratlardan yoğun muhalefet görmüştü. “Kemalist” yönetim, yeni devletin otoritesine ve gelecek tasarımına karşı çıkan veya çıkma ihtimali olan tüm muhalif kişi, grup ve örgütlenmeleri 1920’li yıllar içinde kademeli olarak tamamen pasifize etmişti. Bu “tahammülsüzlük süreci”nin en çarpıcı örneği, yeni “Türkiye”nin tasarlanmasında ve ideolojik altyapısının oluşturulmasında hatırı sayılır bir şekilde rol alan Türk Ocakları’nın 1928 yılından itibaren yükselen çekingen muhalefetine bile rıza gösterilmemesi, yarı resmi kurumun 1931 yılında kapatılmasıydı.[8]

 

1950’li yılların başına kadar etkili bir şekilde süren sindirme ve asimileye dayalı yeni ulus devlet inşası, Kuzey Kafkas diasporasının sosyo-kültürel yaşamında ve politik bilincinde derin travmalar yarattı. İlk derin travma, Güney Marmara Çerkesleri üzerinden gerçekleştirilen potansiyel silahlı muhalefet korkusu ve genel güvenlik gerekçeli ilk “iç sürgün”[9] kararları ile oluştu. 1920’li yılların başlarını karakterize eden İstanbul ve Ankara hükümetleri merkezli güç ve iktidar kavgalarında saf tutan ve Ankara hükümetine karşı kaybeden “Ahmet Anzavur Paşa”, “Ethem Bey”, “Şark-ı Karib Çerkesleri Temin-i Hukuk Cemiyeti” ve “Anadolu İhtilali Cemiyeti Osmaniyesi”nin faturası genelde Güney Marmara Çerkeslerine özelde de Gönen ve Manyas Çerkeslerine kesildi. Ankara hükümeti bu hamle ile rakip güç odaklarını etkisiz hale getirirken bir taş ile iki kuş vurmuş, Kuzey Kafkas diasporasını da psikolojik baskı altına almıştı.[10] Bu psikolojik baskının en trajik izlerini sürgün kararına karşı çıkan Mehmet Fetgeri Şoenü’nün “Çerkes Meselesi Hakkında Türk Vicdan-ı Umumîsine ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Ariza” başlığı ile yayınladığı iki sunumun (Ağustos 1923 ve Kasım 1923) çaresiz satırlarında görebiliriz.[11] Mehmet Fetgeri Şoenü yaşanan trajediyi ülke gündemine taşımaya çalışmış ama “bu yürekli davranışı, ömrünün sonuna kadar fiili bir yayın yasağı ile karşılaşmasına neden”[12] olmuştu. Mehmet Fetgeri Şoenü’nün karşılaştığı sindirme veya etkisizleştirme örneği tek de değildir. Büyük bir çoğunluğu Kuvâ-yi Milliye Hareketi’nin içinde saf tutan Osmanlı(Türkiye)-Kuzey Kafkas diasporasının Tuğa Fuat Paşa, Bekir Sami Kunduk, Aziz Meker, İsmail Hakkı Berkok gibi seçkin kişiliklerin biyografilerinde -muhtemelen ketum tutumlarından dolayı- açık somut anekdotlar göremiyorsak da, bu kırgın ve küskün kişiliklerin gönüllü ya da gönülsüz aktif sosyo-politik yaşamdan çekilmesini bu negatif politik atmosfere bağlayabiliriz.

 

1920’li ve 1930’lı yıllarda yoğun bir şekilde hissedilen baskıcı, negatif politik atmosferin hazırlanmasında dönemin politik karar vericilerinin yanı sıra yeni “Türkiye”nin biçimlendirilmesine ideolojik katkılar/tezler sunan Türk Ocakları’nın da büyük sorumluluğu vardır. Her iki yönlendirici kutbun süreli yayınlara yansıyan önergelerinden, kararlarından ve uygulamalarından dönemin Anadolu coğrafyasında nasıl faşizan bir iklim oluşturduklarını izleyebiliriz. 26 Nisan 1925’de devam etmekte olan Türk Ocakları Kurultayı’ndan bir heyetin (taşradan gelen delegeler) Mustafa Kemal ve İsmet Paşa’yı ziyaretinde İsmet Paşa’nın aşağıdaki konuşması Şeyh Said İsyanı’nın yeni bastırıldığı o zehirli ve gerilimli atmosferi yansıtması açısından dikkat çekicidir: “Milliyet yegâne vâsıta-i iltisâkımızdır. Diğer anâsır Türk ekseriyeti karşısında hâiz-i tesir değildir. Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsâf herşeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.”[13]

 

Türkiye Kuzey Kafkas diasporasının ikinci derin travması, 1925’den itibaren otoritesini sağlamlaştıran “Kemalist” yönetimin ulus devlet inşası için gerekli asimilasyon hedefli projelerini uygulamaya geçirmesi ile başlamıştır. Asimilasyonun önündeki en ciddi engellerden birisi olan azınlıkların bazı bölgelerdeki nüfus yoğunlukları, yeni rejimin “güvenlik” gerekçeli gündeminde her zaman önemli yer tutmuştur. Ama hem devlet idaresi hem de ona paralel çalışmalar yürüten Türk Ocakları yönetimi bu konuda oldukça ihtiyatlıdır.[14] Kamuoyunu ve devlet kurumlarını iskân politikalarında aktif olmaya zorlayan ve kışkırtan Türk Ocakları’nın bazı delegeleri olmuştur. Çeşitli kurultaylarda konuşmalar yapan ırkçı delegelerce, içlerinde Kuzey Kafkasyalılarında bulunduğu azınlıkların yerleşim yerlerindeki nüfus yoğunluklarının, kendilerine has dil ve kültürel özelliklerinin kurultaylarda dert edilmesi ve tartışmaya açılması ülkeye giydirilmeye çalışılan deli gömleğinin çapını göstermektedir. Kurultay delegesi Dr. Hüseyin Enver’in “Osmanlı İmparatorluğu günlerinden devralınan yanlış uygulamalar sonucu Kocaeli’de Cerkeslerin, Kütahya’da ise Boşnakların, iskan edildikleri bölgeleri adeta bir “Bosna Hersek”e dönüştürdüğünü belirterek hükümeti uyarmak gerektiğini” savunması, kurultay delegesi Ishak Refet (Işıtman)’ın “Orta Anadolu’da yine böyle gayrı Türk anâsırlar vardır. Bunlar yarım asrı mütecâviz bir zamandan beri Türkiye’de bulundukları halde hâlâ aralarında kendi anânelerini devam ettiriyorlar. Bundan başka yeni gelen muhacirlerimiz ki onları Türk’tür diye alıyoruz. Hâlbuki bunlar da Türkçe’den başka lisan konuşuyorlar ve şehirlerde bugün ayrı ayrı mahalleleri vardır.” şeklinde dertlenmesi, kurultay delegesi İzzet Ulvi’nin azınlıklar olarak kabul ettiği Çerkes, Boşnak vb. unsurların topluca yaşamalarının engellenmesini, hatta ulusal dillerini, giysilerini dahi kullanmalarına karşı çıkılmasını talep etmesi, zaten “Türkçü” olan hükümetin de bu konuda gerekli desteği vereceğini umduğunu belirtmesi, kurultay delegesi Ishak Refet (Işıtman)’ın “Bir Arnavut mahallesi, bir Boşnak, bir Giritliler semti, bir Çerkes, Çeçen köyü herhalde çok fena manzaralar arzeden birer sahnedir.” sözleri ibretlik örneklerdir. İskan politikasının gerekliliğini reddeden Türk Ocakları Başkanı Hamdullah Suphi gibi daha ılımlı (!) bir yaklaşımın savunuculuğunu yapan Kurultay delegelerinden Ishak Refet'in, “Orta Anadolu’daki Türk olmayan unsurların ‘Türklerle sarılı’ olması nedeniyle önemli bir tehlike oluşturmadığını ve ‘boğulmaya mahkum’ olduğunu ileri sürmesi; bu bölgede Türk Ocaklarının düzenli faaliyet göstermesinin yeterli olacağını” [15] ifade etmesi bir kara mizah örneğidir.

 

Tüm diğer azınlık dilleri ile beraber Kuzey Kafkasya dillerinin yasaklanması ve özellikle “Güneş Dil Teorisi”[16] ile kutsallaştırılan Türkçe’nin ve “Türk Tarih Tezi”nin[17] zorunlu eğitim ile öğretilmesi, yeni bir vatandaş tipi oluşturma çabalarının önde gelen uğraşlarıydı. “İktisadi Müesseselerde Mecburi Türkçe Kullanılması Hakkında Kanun”un 10 Nisan 1926 tarihinde T.B.M.M.'de kabul edilmesi ile başlayan “dil” tartışmaları ve Türkçe dışındaki tüm azınlık dillerine karşı dillendirilen düşmanca bakış, 1926 yılı ortalarından itibaren zirve yapmıştı. Bu projelerin temel eğitim, kültürel etkinlikler vb. aracılığıyla halk tabanına yayılması için devletin resmi kurum ve kuruluşları ile birlikte Türk Ocakları her zaman ön almış, kamuoyu oluşturma da koçbaşlığı görevini yerine getirmiştir. Türk Ocakları’nın Üçüncü Kurultayı’nın 25 Nisan’daki toplantısında kurultay delegesi Dr. Şakir Turgut önergesinde; “Türk harsını ve Türklüğü kabul eden bazı unsurların kendi dillerini konuşmakta ısrar ettikleri vurgulanarak, ‘Türkiye toprakları başka hissiyâtla meşbu ve başka lisanla görüşmekte ve bu suretle asabiyyet-i millîyemizi tahrik edenler için bir çiftlik, bir muhâberat mahalli değildir’ demiş ve Türkçe’den başka bir dille konuşanların cezalandırılması yönünde bir yasa yapılmasını Kurultay’dan istemişti.”[18] Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 1927 yılında “farklı dillerin Türkçe aracılığıyla Türkleştirilmeleri gereği” konusunu Fırka Nizamnamesi’nde de vurgulaması, Türk Ocakları’nın -iktidar partisinin politikalarına paralel bir şekilde- bu konuya daha da odaklanmasını teşvik etmiştir.[19] Ocak süreç içinde Türkçe konuşma meselesini daha da yoğun bir şekilde tartışmaya açmıştır. “Türkçe’yi konuşulan bir dil yapma” ve “bu süreçte izlenecek yöntemlerin tespiti” konusu 1927 Kurultayında en çok tartışılan gündem maddelerinden olmuştur. Kurultayda asimilasyonun gerçekleştirilebilmesi için “başta toplu taşıma araçları olmak üzere halkın bulunduğu yerlerde azınlıkların kendi dilleriyle konuşmalarının yasaklanması” istenmiştir.[20] Bu isteklerin ve gelişen olayların kamuoyunda nasıl bir manevi baskı oluşturduğuna dair Türk Ocakları kurultay delegesi Besim Atalay’ın kurultaya hitap eden şu sözleri hazin bir örnektir; “Geçenlerde Balıkesir Belediyesi’nin bir kararının[21] burada Bala’da Çerkeslere tesiratı olmuştur. Yasak ediyorlar. Biz artık Çerkesce konuşmayacağız dediklerini kendim işitmişimdir.[22] Besim Atalay’ın Türkçe konuşmayanlara karşı zor kullanılması için dördüncü kurultayda (1928) söylediği şu sözler ise dehşet vericidir: “Milletler uzviyet gibidir. Yemedikçe yaşamaz. Öldüreceksin, öldüreceksin ki yaşayacaksın.”[23]

 

Azınlık dili yasağı ve Türkçeyi yaygınlaştırma çabalarının aşağıdaki iki somut örneği, Kuzey Kafkasyalıların yaşadıklarını travmaları besleyen, çevrelerini sarmalayan bariyerleri daha da tahkim eden trajik örneklerdir. Birinci örnek Balıkesir Gönen’den: “Gönen’de Türkçe’den başka dil ile konuşulması Gönen Belediyesi’nin kararı ile yasak edilmiştir. Çerkesce, Gürcüce, Arnavutça, Pomakça gibi yabancı dillerle konuşanların cezalandırılacakları tellalla halka ilan edilmiştir. Çarşıda, pazarda, kahvehanelerde yabancı dil ile konuşanlar Gönen Belediyesi’nin tam yerinde verdiği bu karar üzerine bundan böyle Türkçe konuşacaklardır. Gönen halkı bu karardan çok memnun olmuştur.”[24] İkinci örnek, bir ilkokul öğretmeninin -bir misyoner yobazlığı ile- toplumu dil birliği yolu ile tek tipleştirmedeki rolünü afişe eden güzel bir örnektir (ki böyle belki de binlerce örnek vardır). Samsun Çarşamba Kızılot Köyü İlkokulu’nda İlköğretim Müfettişi Abdurrahman Süreyya İşgör’ün teftiş raporlarından yansıyan satırların tarihi, 16 Aralık 1938. “Halkın anadili Çerkescedir. Öğretmen bu hususla mücadele ederek çocukların okulda ve evlerde bu lisanla konuşmalarına imkân nispetinde mani olmaktadır”[25] diye övgü satırları yazan İlköğretim Müfettişi bir yıl sonraki (4 Aralık 1939) teftişte köy öğretmenin nasıl etkili (!) bir sonuç aldığına da şöyle aktarmaktadır: ''Halkın anadili Çerkescedir. Öğretmen bu hususta üzerine düşen vazifeyi yapmaktadır. Çocuklar okulda katiyen Çerkesce konuşmamaktadırlar. Hatta bazıları evlerinde bile Çerkesce sorulan bir soruya Türkçe cevap vermeye başlamışlardır. Okulun beş sınıflı olması bu işi daha kolay halledecektir.”[26]

 

Türkiye Kuzey Kafkas diasporasının içinden geçtiği sindirme ve asimilasyon amaçlı travmatik süreç, Kuzey Kafkasya’nın Kızılordu işgaline uğramasından sonra Türkiye’ye gelen politik mültecileri de derinden etkilemiştir. 1925 yılında Paris’te imzalanan “Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması”nın yükümlülükleri[27], Türk-Sovyet ilişkilerini 16 Mart 1921 yılında Moskova’da imzalanan “Dostluk ve Kardeşlik Sözleşmesi” ile birlikte II. Dünya Savaşı’nın değişen konjonktürel şartlarına kadar domine etmiş, Kuzey Kafkas diasporalarının sosyo-politik yaşamını ve özellikle Avrupa’daki politik mültecilerin mücadelesini 1940’lı yıllara kadar ipotek altına almıştır. Politik mülteciler büyük ümitler besledikleri Osmanlı bakiyesi Türkiye’den gerekli sıcaklığı görmediler. Örneğin, Aytek Namitok 1922 yılından sonra bulunduğu İstanbul’u Mayıs 1924’de, Vassan Girey Cabağı’da 1921 yılında geldiği İstanbul’u yine 1924 yılı içinde terk etmişlerdi. 1 Kasım 1924’de İstanbul’da kurulan “Kafkasya Kurtuluş Komitesi”[28] de 1926 yılında Ankara’nın baskıları sonucu merkezini Paris’e taşımak zorunda kalmıştı. Yeni “Türkiye”, kitlesel taban desteğini ancak Türkiye’deki kalabalık diasporadan alabilecek olan “bu insanları Paris, Varşova[29], Prag gibi Kafkasyalı nüfusun büyük çoğunluğunun bulunmadığı ülkelerde yaşamak durumunda bırakmıştı.”[30] Politik mülteciler özellikle Paris ve Prag/Varşova’da kümelenerek iki farklı örgütlenmeye gitmişlerdi. Sabık KKC Dışişleri Bakanı Haydar Bammat’ın önderliğinde Paris’de kurulan “Kavkaz” grubu, Türkiye diasporası üzerinde fazlaca etkili olamamış, çalışmaları son derece sınırlı kalmıştır. Promethe hareketinin çatısı altında Varşova’da 18 Kasım 1926’da kurulan Kafkasya Dağlıları Halk Partisi ise ilk hedef olarak süratle dağınık diaspora kesiminin teşkilatlanmasına yönelmiş çok geçmeden belirgin bir mesafe almıştı. Şam’da “Çerkes Birliği” (1928), “Kafkas Cemiyeti” (1931) ve “Çerkes Edebiyat Cemiyeti” (1933), Kahire’de “Çerkes Kardeşlik Cemiyeti” (1932) gibi legal yapılanmalarla KDHP faaliyetleri desteklenmişti. En kalabalık Kuzey Kafkasya kolonisinin yaşadığı Türkiye’de ise ne KDHP, ne de başka bir grup legal çalışma yapma olanağı bulamamıştı. Ama KDHP herşeye rağmen Türkiye’de Hüseyin Tosun Şhaplı, Mehmet Fetgerey Şöenu, Seyyid Tahir, Tevfik Çiper, Ahmet Ali Şurdum gibi diaspora aydınlarınca takip edilmiş ve destek almıştı.[31]

 

KDHP, Türkiye diasporasının duyarlı ve dirençli bir avuç entelektüeli ile ancak yayın faaliyetleri kapsamında temas kurabilmiş ama çeşitli engellemelerle ve yasaklamalarla karşılaşmıştır.[32] KDHP yayınlarına yönelik ilk yasak “Severnıy Kavkaz” dergisine gelmişti. “Severnıy Kavkaz” 6 Kasım 1934'te “Türk-Sovyet ilişkileri aleyhine yayın yapmak”la itham edilerek Türkiye'ye sokulmaktan men edilmişti.[33] KDHP yetkilileri, bunun üzerine isim, adres ve kimi zaman da sorumluları farklı bir dizi dergi[34] kanalıyla yasağı delmeye çalışmışlardır. Ankara’nın bu yasakçı tavrı, Türkiye’ye karşı daima ihtiyatlı bir umut besleyen[35] KDHP’nin tavrını değiştirmesine sebep olmuş, partinin yayın organı “Severnıy Kavkaz”da Türkiye'nin ilk kez sert şekilde eleştirildiği “Yeni Muhacir” imzalı Ankara'dan postalanan bir makaleye yer verilmişti. “Yeni Muhacir”in yazısında “hem Türk hükümetinin ‘ulus-devlet’ yaratma çabaları eleştiriliyor, hem de mevcut statükonun uzun süreli olamayacağı vurgulanarak köprüleri atmaktan imtina ediliyordu.”[36] Yayın yasağına bir örnekte Suriye[37] kökenli Latin harfli Çerkes alfabesinin 9 Haziran 1932 tarihinde Mustafa Kemal’in imzası ile Türkiye’ye girişinin yasaklanmasıdır. Yasak kararının metni şu şekildedir: “Suriye’de Latin harfleriyle tertip ve tabedilmiş olan Çerkes alfabesinin memleketimize sokulmaması; Dahiliye Vekaletinin 8/6/1932 tarih ve 2636/4973 numaralı teskeresiyle vuku bulan teklifi üzerine İcra Vekilleri Heyeti’nin 9/6/1932 tarihli içtimasında tasvip ve kabul olunmuştur.”

 

Kafkasya Dağlıları Halk Partisi’nin 1 Eylül 1939’da Nazi Almanyası’nın Polonya’yı işgali üzerine faaliyetlerini durdurması, partinin örselenmiş ve iyice kabuğuna çekilmiş Türkiye diasporasının entelektüel yaşamına sunduğu etno-kültürel ve politik bilinç atmosferinin de sekteye uğramasına sebep olmuştu. İkinci Dünya Savaşı’nın kaotik ortamı içinde Avrupa başkentlerinde yeniden örgütlenmeye çalışan politik mülteciler, iki vahşi kutba ayrılmış uluslararası politik arenada yer tutmaya ve idealleri adına artı değer üretmeye çaba göstermişlerdi. KDHP’den geriye kalan çekirdek kadro yeniden oluşturulan örgütlenmelere “bağımsız Kafkasya” idealine olan tavizsiz bağlılığı ölçüsüne göre destek vermiştir. Örneğin Kuzey Kafkasya Milli Komitesi’nin “Nazi Almanyası”na karşı tavizkar tutumu, sert eleştiri konusu olmuş ve Sait Şamil gibi partinin önde gelen kişilikleri KKMK’ne ve “Nazi Almanyası”na karşı soğuk durmuşlardı. Kuzey Kafkasya Milli Komitesi’nin II. Dünya Savaşı sonucu, Avrupa’da ortaya çıkan “Kafkas Mültecileri Sorunu”nu çözme çabaları takdire şayandır. KKMK dağılıncaya kadar, Kafkas tarihine “Drau Faciası” olarak geçen trajik olayda Sovyet vatandaşı Kuzey Kafkasyalı göçmenlerden yüzlercesini Sovyetlere teslim edilmekten kurtararak ABD, Avustralya, Türkiye ve yakın doğu ülkelerine geçmesini sağlamışlardı.[38]

 

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ve Sovyetler Birliği’nin önderliğinde kurulan iki kutuplu düzen yeni bir dünyanın habercisiydi. Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den Kars ve Ardahan’ı istemesi ve Boğazların denetimini talep etmesi, iki ülkenin 1921 yılından beri devam eden “dostane” ilişkilerini sonlandırmış ve Türkiye’nin ABD güdümündeki Batı Bloku’na eklemlenmesini sağlamıştı. 1945 yılı sonrası, Türkiye’nin her açıdan kabuk değiştirdiği bir dönemdir. Türkiye’nin kuruluşundan itibaren başlayan, II. Dünya Savaşı yılları esnasında dozunu daha da artıran otoriter devlet sisteminin, iç ve dış talepler ve baskılar sonucunda demokratikleştirme eğilimi göstermesi, Kuzey Kafkasya diasporası içinde büyük fırsatlar sunuyordu. Ama geçen yıllar içinde köprülerin altından çok sular akmış, diaspora dil, kimlik, kültürel doku ve politik bilinç açısından büyük bir erozyona uğramıştı. Yeni “ulus devlet”in zafer ilanı olan “Onuncu Yıl Marşı”nda geçen “on yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan” nârası kısmen gerçek olmuş, otuz yıllık bir süreci kapsayan yoğun toplumsal biçimlendirmeden Kuzey Kafkasya diasporası da payını almış, fiziksel bariyerlerin yanına bir de etkilerini bugünde hissettiğimiz zihinsel bariyerler eklenmişti.

(Devam Edecek)

 

 

[1] Murat Bardakçı, Boş hayallere kapılmayalım: Suriyeliler gitmeyecekler! https://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/2339485-bos-hayallere-kapilmayalim-suriyeliler-gitmeyecekler . (erişim: 03.02.2019)

[2] Beril Dedeoğlu, halkların bağımsız bir devlet kurma ve yaşatma imkânını birçok makalesinde uluslararası ilişkilerin ilan edilmemiş şu formüle dayandırıyor. Mealen; “bir devletin bağımsızlığı ancak en az bir küresel gücün, bir ya da birkaç bölgesel gücün ve birkaç komşu devletin desteklemesi ve tanıması ile gerçekleşebilir.” Ayrıca bkz: “Yeni bir devletin kurulmasının yolu en az üç devletin karıştığı ve bunlardan da en az birinin küresel güç olduğu savaşlardan geçer. Ayrıca kurulacak devletin küresel güçlerce tanınması gerekir.” Beril Dedeoğlu, PKK’nın amacı ne olabilir? https://www.ilkehaber.com/yazi/pkknin-amaci-ne-olabilir-14095.htm (erişim: 21.08.2015)

[3] Sefer E. Berzeg, Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti (1917-1922), (İstanbul: Birleşik Kafkasya Derneği Yayınları, 2006), 3:185.

[4] “Madde 8. Taraflar, toprakları üzerinde karşı taraf ülkesinin ya da ona bağlı Topraklarından birinin Hükümeti rolünü üstlenmek iddiasında bulunan cemiyet ve grupların kurulmasını ya da yerleşmesini ve öteki ülkeye karşı savaşın amacında olan grupların yerleşmesini hiç bir zaman kabul etmezler. Türkiye ve Rusya, Kafkasya Sovyet Cumhuriyetleri için de karşılıklı olmak şartı ile aynı yükümlülüğü üstlenirler...” – İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1983), 1:27-38.

[5] KKC’nin II. Devlet Başkanı Pşımaho Kotse (Kosok) ve Dışişleri Bakanı Haydar Bammat’ın 1921 yılının Ocak-Eylül ayları içinde Trabzon’da yaşadıkları sıkıntılı hayat dönemin psiko-sosyal ve politik atmosferini en güzel şekilde resmeder. Daha geniş bilgi için bkz: Sefer E. Berzeg, Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti Devlet Başkanı Pşımaho Kotse (Kosok) Yaşamı ve Gurbet Yazıları, (Ankara: Kuban Matbaacılık ve Yayıncılık, 2011), 51-55.

[6] Yeni bir devlet tasarımı amacıyla 23 Nisan 1920’de kurulan BMM (1. Meclis) Mehmed Âkif Ersoy’un İstiklâl Marşı’nda resmedilen ve Müslüman halklardan oluşan ve etnik kimliğe vurgu yapmayan “millet” tanımından ve devlet tasarımından yanaydı. 1. Meclis 16 Nisan 1923’te kapatıldı. Mustafa Kemal sancılı bir tasfiye sürecinin gerilimi içinde yeni bir kadro ile 11 Ağustos 1923’te 2. Meclis’i (TBMM) oluşturmuştu. 2. Meclis (TBMM) 1925 ve 1937’deki değişiklik çabalarına rağmen günümüze kadar ulaşan “İstiklâl Marşı”nın ruhunu hemen terk etmiş, cumhuriyetin 10. yılında B. Kemal Çağlar ve F. Nafiz Çamlıbel tarafından yazılan ırkçı marşın içeriğiyle uyumlu bir uluslaşma çabasının üs merkezi olmuştu.

[7] https://www.turkocaklari.org.tr/soylesiler/taha-akyol-ile--3643 (erişim: 19.12.2018).

[8] Resmi olarak 1911 yılından itibaren faaliyette olan Türk Ocakları, Anadolu’yu yeniden biçimlendirmeye çalışan Kemalist devrimlerle; “Türk ocakları fikir müesseseleri idi, inkilâp bu müesseselerin ve müesseseleri vücûda getiren büyük mefkûrenin eseridir” diyerek övünen bir örgütlenmeydi. - “…1930 yılından sonra Türk Ocakları’nın milliyetçilik anlayışı, sol muhalefet tarafından da gündeme getirilirken bazı Ocak üyelerinin Serbest Cumhuriyet Fırkası ile ilişkiye girmesi, Hamdullah Suphi’nin Cumhuriyet Halk Fırkası’na karşı yer yer çoğulculuğu ve düşünce özgürlüğünü savunması, Türk Ocakları’nın kapatılmasına giden süreçte önemli rol oynamıştır. Bu bağlamda 1931’de Türk Ocakları’nın kapatılması tek parti yönetiminin genel mantığı ile tutarlıdır. Gerçekten de Halkevleri, Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi gibi uygulamalar Cumhuriyet Halk Fırkası’nın bir yandan tüm güçleri tek bir merkezde toplama ve olası muhalefet odaklarını ortadan kaldırma çabasının, öte yandan da kültürel hayatı Partinin ideolojisi doğrultusunda yönlendirme isteğinin bir anlatımıdır…” Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931). (İstanbul: İletişim Yayınları, 2017), 140-403-404. - Patrik von zur Mühlen, Türk Ocakları’nın “Sovyetlerin arzusu üzerine” kapatıldığını belirtir. Patrik von zur Mühlen, Gamalı Hac ve Kızıl Yıldız Arasında, (Ankara: Mavi Yayınları, 1984), 23.

[9] İlk sürgün 1922 Aralık ayında gerçekleştirildi. 1923 yılında, Mayıs – Haziran aylarında 13 köy daha sürgüne gönderildi. Devletin tahsis ettiği bir öküz arabası kadar eşya alabilen Çerkesler, diğer eşyalarını ve hayvanlarını yok pahasına satmak zorunda kaldı. Lozan Anlaşması 24 Temmuz 1923 yılında imzalandı. 150’likler listesi anlaşma şartı olarak kabul edileceği netleşince Haziran ayında sürgün durduruldu. 14 köyün dışında hazırlık yapması bildirilmiş başka köyler (30 civarı) vardı. Fetgeri’nin sunumları ve diğer girişimler sonucu geri dönüş sağlanabildi. https://www.jinepsgazetesi.com/cumhuriyet-doneminin-ilk-ic-surgunu-13325.html (erişim: 14.05.2018).- Daha geniş bilgi için bkz.: Mehmet Fetgeri Şoenü, Tüm Eserleriyle Mehmet Fetgeri Şoenü, (Ankara: Kaf-Dav Yayınları, 2007), - http://www.gusips.net/analysis/desc/4325-unutulan-gecmisin-pesinde-gonen-manyas-cerkes-surgunu.html (erişim: 08.11.2013).- Ryan Gingeras, Dertli Sahiller (Şiddet, Etnisite ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu, 1912-1923), Çev: Melike Neva Şellaki, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2015).

[10] “Her tarafta Çerkesler aleyhine müthiş bir propaganda yapılıyor ve bütün kuvvetiyle yayılıyor, ‘hain Çerkes’ her dilde yer edip gidiyor”. Mehmet Fetgeri Şoenü, Çerkes Mes’elesi, (İstanbul: Bedir Yayınları, 1993), 73.

[11] Tüm politik yaşamını Kuzey Kafkasyalıların varolma mücadelesine vakfetmiş bir entelektüel olan Mehmet Fetgeri Şoenü’nün, 1. sunusunda sürgün kararını -isabetli ve cesaretli bir şekilde- Kuzey Kafkasyalıların “asimilasyonu ve Türkleştirilmesi için” alındığını belirtirken, bu amaç için “sürgün benzeri uygulamalara gerek olmadığını, farklı yöntemlerle bunun sağlanabileceğini ifade etmesi ve öneriler” sıralaması halkını bu gaddar fırtınadan en az zararla kurtarma refleksine ve umutsuzluğuna bağlayabiliriz.

[12] Sefer E. Berzeg, Kafkas Diasporasında Edebiyatçılar ve Yazarlar Sözlüğü, (Samsun: 1995), 232-234.

[13] Üstel, Türk Ocakları, 172-173.

[14] Türk Ocaklarındaki bu tartışmalara son vermek için konuşan başkan Hamdullah Suphi, “Türklerin Osmanlı Devleti’nden beri, başta Yeniçeri Ocağı ve Enderun olmak üzere çok güçlü ‘temsil’ (asimilasyon – O.D.) kurumlarına sahip olduğunu” ileri sürerek, “küçük misâller üzerinde mânen kuvvetimizi duçar-ı zaif edeceğiz diye korkarım. Evet, filan yerde Boşnak köyü vardır. Filan yerde Çerkes galebeliğine tesadüf ederiz. Bunlara karşı tatbik etmek istediğimiz arzu lisanî hususiyetlerini izâle etmekten ibarettir” demektedir. İskân politikasının gerekliliğini reddeden Hamdullah Suphi daha ılımlı bir yaklaşımın savunuculuğunu yapmaktadır. Üstel, Türk Ocakları, 199-200.

[15] Üstel, Türk Ocakları, 194-195-197-198-199-293.

[16] Türkçenin dünya tarihindeki ilk dillerden biri olduğunu savunan dilbilim teorisidir. Teori, 1930'lu yıllarda Mustafa Kemal tarafından desteklendi ve bizzat geliştirildi, ancak dilbilimciler tarafından kabul görmedi ve kısa sürede önemini yitirdi. https://tr.wikipedia.org/wiki/Güneş-Dil_Teorisi (erişim: 28.03.2019)

[17] “Türk Tarih Tezi” “Cumhuriyetin yönetici kadroları tarafından doğrudan desteklenmiş, yeni ulus devlet inşasının da temel bileşenlerinden birisi haline gelmiştir. Tez aracılığıyla, bir taraftan Osmanlı ve İslam kimliğine ilişkin hatıralar ortadan kaldırılmaya çalışılırken diğer taraftan kutsallaştırılmış bir Türklük kavramıyla beslenen itaatkâr ve milliyetçi bir yurttaşlık bilincinin oluşturulması hedefleniyordu. Daha geniş bilgi için bkz.: Şefik Taylan Akman, Türk Tarih Tezi Bağlamında Erken Cumhuriyet Dönemi Resmî Tarih Yazımının İdeolojik ve Politik Karakteri, Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi, sy:1 (2011): 80-109. - Hukuk Fakültesi Dergi Makale 5.pdf (erişim: 28.03.2019)

[18] Üstel, Türk Ocakları, 186.

[19] Mehmet Pınar, Türk Ocakları Kurultaylarında Dil Meselesi, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, sy. 23 (2016): 179.

[20] Üstel, Türk Ocakları, 240.

[21] Bursa ve Balıkesir Belediyeleri Türkçe bildiği halde Türkçe konuşmayan kişilere para cezası kesmeye karar vermişti.

[22] Üstel, Türk Ocakları, 240.

[23] Üstel, Türk Ocakları, 303.

[24] Gönen’de herkes Türkçe konuşacak, Cumhuriyet Gazetesi, 21.05.1936, s.6.

[25] A. Süreyya İşgör, 1938-1939 ve 1939-1940 Öğretim Yılları Samsun Vilayeti İlköğretim Teftiş Raporları, Yayına Haz: Dr. Nuri Yazıcı, (İstanbul: Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları, 2013), 279.

[26] İşgör, Teftiş Raporları, 86.

[27] Salim Gökçen, Ankara - Moskova İlişkilerinin Gelişimi ve 1925 Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması, Uluslararası Karadeniz İncelemeleri Dergisi: 117-139 - http://dergipark.gov.tr/download/article-file/106339 (erişim: 12.02.2019)

[28] Kuzey Kafkasya adına Vassan Girey Cabağı, Ali Han Kantemir ve Aytek Namitok’un imzaladığı “Kafkasya Kurtuluş Komitesi” protokolünden bir bölüm: “Komitenin esas görev ve maksadını, Kafkasya’nın kurtuluşu ve konfederasyon esasları üzerinde bağımsızlığının kurulması teşkil etmektedir. Komite amaçlarını gerçekleştirmek için kendi faaliyetini Kafkasya dışında ve bilhassa Kafkasya’ya komşu olan Türkiye’de geliştirmeye gayret edecektir. Komitenin son kanaatine göre, gelecekte Türkiye’nin gerek Kafkasya’nın kurtuluş mücadelesi ve gerekse bağımsızlığın yerleşerek kuvvetlenmesi yolunda önemli bir rol oynaması kaçınılmazdır” Daha geniş bilgi için bkz.: Ahmet Hazer Hızal, Kuzey Kafkasya Hürriyet ve İstiklal Davası, (Ankara: Orkun Yayınları, 1961), 94-96.

[29] Türkiye’deki politik mültecilerin önemli bir kısmını İstanbul’daki ateşemiliteri aracılığıyla Varşova’ya çağırarak kucak açan Polonya lideri Pilsudski Türkiye’ye de Sovyet Rusya’ya karşı ittifak önerisinde bulunmuş fakat olumlu bir cevap alamamıştır. Daha geniş bilgi için bkz.: M. Aydın Turan, Birleşik Kafkasya İdealine Adanan Ömür, (İstanbul: Birleşik Kafkasya Derneği Yayınları, 2018), 75.

[30] Turan, Adanan Ömür, 58.

[31] Turan, Adanan Ömür, 219.

[32] KDHP’nin temas kurduğu kişiliklerle ile ilgili ilginç bir anekdot araştırmacı yazar M. Aydın Turan tarafından aktarılır. Turan, KDHP dergilerinin yazarı ve takipçisi Ahmet Ali Şurdum (Şurdumyiko Ali) hakkında bilgi almak için oğlu Mesut Şurdum ile 10 Haziran 1996 tarihinde görüştüğünü yazar. Bu görüşmede Mesut Şurdum, KDHP yayınlarının 10-15 adet kimi zaman posta yoluyla, kimi zaman da elden babasına ulaştığını, bunların Konya’daki evlerinde titizlikle saklandığını belirtir. Ahmet Ali Şurdum’un da yayınlardan Dr. Vasfi Güsar ve soyadını hatırlayamadığı Said isimli bir kişiye verdiğini ifade eder. Mesut Şurdum ayrıca babasının 1938’de Ankara’dan gelen bir emir ile İstanbul’da kısa süre gözaltına alınmasından hemen sonra tüm yayınların bahçelerinde yakıldığını anlatır. Turan, Adanan Ömür, 315.

[33] Mete Tunçay, Türkiye'de Sol Akımlar - II (1925-1936), (İstanbul: BDS Yayınları, 1992), 107.

[34] “Vperyod”un yanısıra “Put Svboda” (Hürriyet Yolu), “Borba” (Savaş), “Znamya Naroda” (Millet Bayrağı), “Naşa Tsel” (Bizim Dilek), “Buduşçeye” (Gelecek), “Natsionalnaya Mısl” (Milli Fikir), “Naş Kray” (Ülkemiz), “Golos Rodinı” (Vatan Sesi), “Prizıv” (Çağırış) ve “Sem Zvezd” (Yedi Yıldız) gibi dergiler de KDHP’nin yasağı delmek amaçlı diğer yayınlarıdır. Turan, Adanan Ömür, 258.

[35] Yeni “Türkiye”ye karşı ümitvar olan KDHP, yayın organı “Gortsı Kavkaza”nın Türkçe olarak da yayınlanmasının gerekçesini başyazısında; “Müslüman Şark’ın büyük bir ümitle baktığı bir memleket olarak yeniden doğan Türkiye’nin Kafkasya davasına eski sempatisini ihya etmek, an’ane haline gelmiş münasebeti takviye etmek” ve “bütün Şark boyunca ikinci vatan diye yerleşen yüzbinlerce ırkdaşa hitap edebilmek” olarak açıklamıştı. Turan, Adanan Ömür, 305.

[36] “Yakın Doğudaki mevcut sessizliğin kalıcı olduğuna zannederiz ki, kimse inanamaz ve kimse Rusya'nın emperyalist iştahının telkin ettiği güneye doğru yayılmaktan vazgeçtiğini iddia edemez (..) Er ya da geç Rus emperyalizmi ile yüzyüze gelecek herhangi bir Yakın Doğu devletinin, bu ortam içinde, Rusya ve Yakın Doğu arasında bağımsız Kafkasya devletinden ibaret bir yapı yaratmaya çalışan Kafkasya vatanseverlerine mani olmasına imkân yoktur. Bu ülkelerin, Kafkasyalı vatandaşlarını asimile edip, milli şuurlarından mahrum bırakmasında da bir anlam yoktur. Tam tersine, Yakın Doğu devletleri, Kafkasyalı vatandaşlarını kendileri Kafkasya vatanseverliği ile yetiştirmelidirler. Bu da, sadece Kafkasya kurtuluş hareketine objektif yardım için değil; aynı zamanda bulundukları memleketlerin medeni etkileriyle yetişecek yurttaşlarımızın anavatanlarına döndüklerinde, Kafkasya ile güney komşuları arasında kültürel yakınlık ve siyasi birlik oluşturabilmelerinde de gereklidir. Mesela Türkiye, Çerkes vatandaşlarını Türkleştirmek için emek sarf edeceğine, onları yeniden Kafkasya'da görürse çok yarar sağlamış olur. Muhacirlerimizin Kafkasya’ya dönüşü, yalnız Kafkasya’nın direnç yeteneğini arttırmakla kalmayacak, aynı zamanda geçmişten beri bizi Türkiye’ye bağlayan manevi bağları da destekleyecektir. Muhacirlerimizin bulunduğu Suriye ve başka ülkeler hakkında da aynı şeyleri söyleyebiliriz.” Turan, Adanan Ömür, 307.

[37] Bu Latin esaslı alfabenin “Çerkes İttihad ve Teavün Cemiyeti” ve “Şimali Kafkasya Cemiyeti” üyesi Bateko Harun tarafından hazırlanan alfabe (Elifba vel Şerkesiyye, Şam, 1929) olması ve “Çerkes Birliği” ya da “Kafkas Cemiyeti” tarafından yayınlanması kuvvetle muhtemeldir.

[38] İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasının kaotik ortamı Avrupa’daki örgütlenmelerimizin yaşam alanını ya yok etmiş ya da kısıtlamıştır. KDHP’nin çekirdek kadrosu partinin kapanması sonucu, sonraki süreçte yeniden oluşturulan örgütlenmelere “bağımsız Kafkasya” idealine olan tavizsiz bağlılığı ölçüsüne göre destek vermiştir. Örneğin Kuzey Kafkasya Milli Komitesi’nin “Nazi Almanyası”na karşı tavizkar tutumu, sert eleştiri konusu olmuş ve Sait Şamil gibi partinin önde gelenleri KKMK’ne ve “Nazi Almanyası”na karşı soğuk durmuşlardır. 1951 yılında Münih’de kurulan “Kuzey Kafkasya Milli Merkezi”nin -efendi değiştirmekten başka bir gelecek tasarımı olmayan- ABD destekli Wiesbaden Konferansı’na katılmayı ret etmesi de buna güzel bir örnektir. Daha geniş bilgi için bkz.: http://www.samsunbkd.org/index.php?option=com_k2&view=item&id=200:kuzey-kafkasya-milli-komiteleri (erişim: 14.04.2019)

© KKC 100. Yıl