Rauf Orbay’ın Gönen-Manyas Sürgünleri ve Lozan Konferansı’ndaki Tutumu Çerkeslere İhanet mi?
Bu yazımızda son dönemlerde artan bir sıklıkla gündeme getirilen bir başka konu olan “Rauf Orbay’ın Gönen ve Manyas’taki Çerkes köylerinin 1923 yılında sürgün edilmelerindeki rolü”nü inceleyeceğiz.
Bu konuyla ilgili sosyal medya platformları başta olmak üzere kitaplar da dahil çeşitli medya mecralarında sıklıkla gündeme getirilen bir iddia var. İddia şu şekilde;
“Rauf Orbay, Gönen ve Manyas’taki Çerkes köylerinin sürgün kararnamesine dönemin başbakanı sıfatıyla imza atarak Çerkeslere yaşatılan bu felaketin baş sorumlusu olmuştur.”
Aslında bu iddia yeni ortaya atılmış değil. İlk olarak 1991 yılında, “Muhaceretteki Çerkes Aydınları” isimli kitabında İzzet Aydemir tarafından ileri sürülmüştür. Aydemir kitabında söz konusu iddiayı Rauf Orbay’ın biyografisi altına şu satırlarla girmiştir:
“…Başbakan olduğu yılda (2 Mayıs 1923) Manyas, Gönen, Bandırma bölgesinde yerleşik 15 Çerkes köyünün doğu Anadolu illerine sürgün edilmeleri kararnamesini imzalamış, binlerce soydaşının felaket ve yok olmasına neden olmuştur. Ayrıca Lozan Anlaşması’nın müzakereleri sırasında Çerkeslere azınlık hakkı verilmesine de karşı çıkmıştır…” [1]
Öncelikle Gönen-Manyas sürgünleri konusuyla başlayalım; Zira Lozan görüşmelerinde Çerkeslere azınlık hakkı verilmemesi konusunda daha da eskilere, 1975 yılına, Vasfi Güsar’ın bu konuyla ilgili karalamalarına gitmemiz gerekecek…
Gönen-Manyas sürgünleri konusuyla başlayalım;
İzzet Aydemir’in "Dönemin Abaza kökenli başbakanı Hüseyin Rauf Orbay'ın Manyas, Gönen ve Bandırma bölgesinde yerleşik 15 Çerkes köyünün Doğu Anadolu'ya sürgün edilmesi kararnamesini imzalayarak, binlerce soydaşının yok olması ve felaketine neden olduğu" şeklindeki ifadesi sadece bir yalandır. Rauf Bey'in başbakanlığı döneminde çıkarılan bu kararname, Aydemir’in vurguladığı gibi doğrudan bu köylerin sürgün edilmesine dair değil, çetecilik ve haydut tehdidine karşı “tüm ülkeyi” kapsayacak şekilde hazırlanmış bir kararnamedir. Adı geçen köyler, “tüm ülkeye şamil ve haydutluğu yok etmeye yönelik” bu hükümet kararnamesinin, bazı yöneticilerin ırksal önyargıları ve kötü niyetleri yüzünden sadece Çerkes kökenli bazı yurttaşlara uygulanması sonucunda -ve elbette ki çok budalaca bir davranışla- doğu illerine sürülmüşlerdir. Her ne kadar dönemin başbakanı da olsa Aşharuva Rauf Bey'in (Orbay) bu olaydan haberi bile olmamıştır. Nitekim Başbakanlıktan istifa edip ayrıldıktan sonra seçim dairesi olan Sivas'a giderken, yolda bazı sürgün kafilelerine rastlayarak durumu öğrenmiş ve anında da olaya müdahil olmuştur.[2]
İzzet Aydemir çoğu zaman olduğu gibi bu iddiasına da herhangi bir kaynak göstermeye gerek duymamıştır. Ancak özellikle son dönemlerde bu iddiayı tekrar dile getirenlerin “delil” olarak ortaya sürdükleri ve ne Gönen, ne Manyas, ne de sürgün edilen Çerkes köylerine dair herhangi bir ibare bulunmayan bu kararname, “Anadolu-Osmanlı İhtilal Komitesi'nin organize ettiği çete faaliyetlerinin artarak devam etmesi üzerine bu faaliyetleri engellemek için alınması gereken önlemleri belirlemek” amacıyla 7 Mayıs 1923'te hazırlanmıştır. Öncelikle “Anadolu Osmanlı İhtilal Komitesi”nin kimler tarafından ve ne amaçla kurulduğunu açıklayan, daha sonra da alınacak genel önlemleri sıralayan Kararnamenin tam metni şu şekildedir:
"Kararname
Çerkez Ethem ve kardeşleriyle Eşref ve emsali şerîrlerin Yunan Hükümeti'nin müzâheretine istinâden Anadolu'da umûmi bir ihtilâl vücûda getirmek gayretiyle Anadolu'ya çeteler çıkardıklarına ve İzmir'de katliam yapmak üzere Çeşme şeb-i ceziresine külliyetli miktarda çeteler çıkarmak için istihzârâtta bulunduklarının müstahber olduğuna ve Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Riyaseti'nin heyetimizce de kıraat olunan telgrafına göre şimendifer hatlarını ve köprü ve tünelleri tahrip teşebbüsünde bulunacaklarına dair Dahiliye Vekili'nin verdikleri malumata ve Narlı iskelesine çıkan çete efradından derdest edilenler nezdinde zûhur edip bir sûreti kıraat edilen İhtilâl Beyannamelerine Heyet-i Vekîle muttali olmuştur.
Düşmanların müzâheretine istinâden memleket dâhilinde umûmi ihtilâl çıkarmak teşebbüsünde bulunacak olan bu şerirlerin bir taraftan bilâmerhamet kuvva-yı askeriye ve inzibatiye vasıtasıyla takip ve tenkilleri tabii olmakla beraber diğer taraftan Biga ve Karesi Livası (Balıkesir - NS) dâhilinde bulunan Çerkez köylerine istinâd ettirilmek istenilen bu ihtilâl teşebbüsünü derhal bastırmak için tedâbir-i âtiyenin ittihazı mûsib görülmüştür.
1- Midilli Adasından vesair yerlerden dahile girmeğe muvaffak olacak çetelere mensup efraddan köylerde iktiza(?) edecek her neferi ihbar edenlere nefer başına iki yüz lira mükâfat-ı takdir verilecektir.
2- Bu şerîrleri nezdlerinde sakladıkları tebeyyün eden her köy ahalisi derhal mahall-i ahara sevkedilecektir.
3- Herhangi müsellah bir çeteyi sakladığı tebeyyün eden köyler müsademe neticesinde topla ihrâk olunmak tehlikesine maruz olacaktır.
4- Çıkmış ve çıkacak olan çetelerin şekavetlerini temdîd için istinâd etmeleri en ziyade muhtemel olan köyler mahallî memurlarıyla bilmuhabere tebeyyün ettirilecek ve bunlar Sıhhiye ve Muâvenet-i İçtimâiye Vekâleti'nin tensîb ve tasvîp edeceği şekilde Anadolu içine dağıtılacaktır.
5- Mevadd-ı atikadan ilk üç madde şimdiden icab eden mahallerde ilan olunacak ve askeriye müfrezelerince âna göre hareket edilmek üzere Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Riyaseti'ne dahi tebliğ edilecektir. 07.05.1339 (7 Mayıs 1923)”[3]
Görüldüğü üzere bu kararname, konumuz olan Gönen-Manyas sürgünlerine “özel” alınmış bir hüküm taşımamaktadır. Ancak devlete egemen olan kadroların, şoven uygulamalarına resmi bir dayanak olarak kullandıklarını da samimiyetle vurgulamamız gerekir. Yine de o dönemin kaotik atmosferi içerisinde çetecilik ve haydut tehdidine karşı tüm ülkeyi kapsayacak şekilde hazırlanan bu kararnamenin Çerkes köyleri için bir sürgün ile neticelenmesine yol açacağını öngörüp imzalamamak, her ne kadar başvekil olsa da sistem üzerinde tam hakimiyeti bulunmayan Rauf Orbay’ın tek başına inisiyatifinde olacak basitlikte değildi. Nitekim bu köylerin kararnamenin içeriğinde vurgulandığı üzere “ihtilal” odaklı suç merkezi olduğunu gösteren herhangi bir emare de bulunmamaktaydı.
Esasında Rauf Orbay’ın bu sürgünlerin gerçekleştirildiğini öğrendikten sonraki tavrı bizim açımızdan konunun değerlendirilmesi gereken asıl boyutudur.
Zira kitabında bu dayanaksız iddiayı ortaya atan İzzet Aydemir 1999 yılında Nart Dergisi’nde yayınlanan bir başka yazısında, önce “14 Çerkes köyündeki tüm insanlar suçlu-suçsuz, çoluk-çocuk, yaşlı-genç ayırımı yapılmadan cebren sürgüne gönderilmişlerdir. Üstelik Başbakan Rauf Bey ve bir çok Çerkes kökenli Paşanın varlığına rağmen” ifadesini kullandıktan sonra yazısının devamında çelişkili de olsa “Çerkes aydınlarının (Rauf Orbay, Hunca Ali Sait Paşa ve diğerleri) gayretleriyle sürgün olayının durdurulduğunu” [4] ifade etmektedir.
Bir başka örnek ise Türk ırkçılığının babalarından Dr. Rıza Nur, hatıralarında, Rauf Orbay’ın bu konuda kendi bakanlığına da "uzun" ve "zehir zıkkım" bir protesto mektubu gönderdiğini, "Siz Çerkes ve Arnavut ırklarını imhayı mı kastettiniz!? Bu nasıl olur? Derhal bu zavallıları köylerine iade edin!"[5] diyerek hükümeti sıkboğaz ettiğini, Sıhhiye Vekaleti'nin dosyasında bulunan bu mektubun, Rauf'un "Abazalık gayretini" (yani büyük suçunu) gösterdiğini, gelecek nesillerin bunu bilmesi gerektiğini" yazmaktadır.[6]
Bu bilgiler ve özellikle çıkarılan kararnameye atıfla "siz Çerkes ve Arnavut ırklarını imhayı mı kastettiniz?!” şeklindeki sözleri, Rauf Orbay’ın sürgünlerden başta haberdar olmadığını ve ilgili kararnamenin bu masum köylere hukuksuzca uygulanması karşısında büyük şaşkınlık ve kızgınlık yaşadığını söyleyebilmemizi mümkün kılıyor.
Ayrıca İcra Vekilleri Heyeti’nde önce Milli Eğitim Bakanlığı, sürgünlerin gerçekleştiği tarihte ise Sağlık Bakanlığı görevini yürütmekte olan Rıza Nur’un aşağıdaki satırları da, dönemin şoven zihniyetini ve bu sürgünleri anlamak noktasında oldukça yardımcı olacaktır;
“Vatanımızda başka ırkta, başka dilde, başka dinde adam bırakmamak en esaslı, en adil, en hayati iştir. Bu sebepledir ki, ben zaten Türkçülüğe, şiddetli Türk Nasyonalistliğine çok yıllardan beri dökülmüştüm. Eserlerimle, makalelerimle buna çalıştığım gibi, bulunduğum memuriyetlerde de bunu tatbike gayret ediyordum. Bu sebepledir ki, Çerkes, Arnavut, (vs) köylerini dağıtıp bunları Türkler ile karışık olarak yerleştirmek en birinci iştir.” [7]
Kamuoyunda suskunlukla karşılanan bu sürgünler durdurulduktan sonra bu defa sürgün edilen köylerin geri getirilmesi çalışmaları başlatılmıştır. Rauf Orbay ve Bekir Sami (Günsav) dışında dönemin Çerkes ileri gelenleri de seslerini yükseltmekten imtina etmişlerdir. Bölgede Milli Mücadeleye destek için halkı örgütlemeye çalışan ilk isimlerden olan Bekir Sami (Günsav) Manyas’lıydı. Mustafa Kemal ve Kâzım Paşa’ya (Karabekir) mektup yazarak bölgede Kurtuluş Savaşı’nda görev almış ve suçsuz olan Çerkeslerin sürgününün durdurulmasını istemiştir.[8]
Bu konuda adını anmadan geçemeyeceğimiz Mehmet Fetgeri Şoenü’nün katkılarını da mutlaka belirtmek gerekiyor.
Konunun üzerine ısrarla giden Çerkes Teavün Cemiyeti ve Şimali Kafkas Cemiyeti aktivisti yazar Mehmet Fetgeri Şoenü TBMM’ne hitaben iki ayrı sunum kaleme almıştır. “Çerkes Meselesi Hakkında Türk Vicdan-ı Umumîsine ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Arıza” başlığı altında topladığı iki sunumu (Ağustos 1923 ve Kasım 1923) çoğaltarak Büyük Millet Meclisi’nin her bir mebusuna gönderen Şoenu, iç sürgüne gerekçe oluşturan gelişmeleri sıraladıktan sonra sürgüne niçin son verilmesi gerektiğini uzun uzadıya anlatmıştır.[9]
Tüm bu çabaların sonunda “bir yılı geçen bir sürenin ardından sürgün kararı kaldırılmış, yerinden edilme sürecinde mülksüzleşmiş ve yoksullaşmış Çerkesler eski yerleşim yerlerine iktisadi dayanaklarını ve eski konumlarını yitirmiş olarak geri dönebilmişlerdir.”[10]
Yaşanan trajediyi ülke gündemine taşımaya çalışan Mehmet Fetgeri Şoenü’nün bu yürekli davranışı, “ömrünün sonuna kadar fiili yayın yasağı ile karşılaşmasına” neden olmuştur. Mehmet Fetgeri Şoenü’nün karşılaştığı sindirme veya etkisizleştirme örneği tek de değildir. Büyük bir çoğunluğu Kuvâ-yi Milliye Hareketi’nin içinde saf tutan Osmanlı (Türkiye) Kuzey Kafkas diasporasının Tuğa Fuat Paşa, Bekir Sami Kundukh, Aziz Meker, İsmail Hakkı Berkok gibi seçkin kişiliklerin biyografilerinde -muhtemelen ketum tutumlarından dolayı- açık somut anekdotlar göremiyorsak da, bu kırgın ve küskün kişiliklerin gönüllü ya da gönülsüz aktif sosyo-politik yaşamdan çekilmesini bu negatif politik atmosfere bağlayabiliriz.[11]
Nitekim o dönemin baskılarından ülkede başbakanlık yapmış olmasına rağmen Rauf Orbay da fazlasıyla nasibi almıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk muhalefet partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurucuları arasında yer alan Orbay, partinin 1925'te kapatılmasının ardından Atatürk'e İzmir'de yapılması planlanan suikast davasında idamla yargılandı ve 10 yıla mahkum edildi.
Yine amatör tarihçilerimizden Murat Özden de 2020 yılında yayınladığı “Üçüncü Sürgün Gönen-Manyas Çerkes Sürgünü” adlı kitabında Rauf Orbay'la ilgili bu iddiayı daha da ileri taşımaktadır:
“Maalesef Rauf Orbay Gönen-Manyas Çerkes Sürgünü’nün dayandırıldığı Men-i Şekavet Kanununa toplu sürgün maddesinin konulmasını savunarak sürgünün önünü açmıştır. Sürgünün gerçekleştiği 1923 yılında fiilen Başbakandır. Sürgüne hiç bir tepkisi olmamıştır. (…) Keşke Gönen-Manyas Çerkes Sürgünü için bir şey yapsaydı da onu hayırla anabilseydik.”[12] – “Köylerin cami kapılarına asılan İçişleri Bakanlığı genelgesinin dayandığı ‘Men-i Şekavet Kanunu’nu-eşkıyalığı önleme kanununu savunan Rauf Orbay sürgünün altyapısını hazırlamıştır.”[13]
Ancak Murat Özden’in paragrafında bahsettiği “Men-i Şekavet Kanunu”[14] Sultan Mehmed Reşad’ın padişahlığı döneminde çıkarıldığında (Eylül 1909), Rauf Orbay henüz ön yüzbaşı rütbesiyle Hamidiye Gemisi komutanlığına yeni atanmış bir askerdi. Eğer kastettiği “İzale-i Şekavet Kanunu”[15] ise onun da çıkarıldığı tarih, Rauf Orbay başbakanlıktan ayrıldıktan sonrası, 18 Ekim 1923 yani Fethi Okyar Hükümeti dönemidir!..
Dolayısıyla Gönen-Manyas'taki Çerkes köylerinin sürgün edilme uygulaması, mecliste görüşülmesi tamamlanarak çıkarılmış herhangi bir kanuna dayanarak değil, bir kararname referans alınarak hukuksuzca gerçekleştirilmiştir. “Rauf Orbay'ın sürgüne hiçbir tepkisi olmamıştır” iddiası için ise yukarıda paylaştığımız bilgi ve belgeler zaten yeterlidir!..
Oysa Orbay gibi, Kafkas diasporası için olduğu kadar ana vatandaki özgürlük mücadelesine de önemli katkıları bulunan tarihi bir şahsiyet hakkında bu derece çalakalem ağır suçlamalarda bulunurken insanın az da olsa sorumluluk hissetmesi gerekir diye düşünüyorum. Kendisi de bir sürgün çocuğu olan, yetmedi 1920 yılında yirmi ay süreyle Malta'da, ardından 1926-1935 yılları arasında da 10 yıl süreyle ikinci kez sürgün hayatı yaşayan bir kişinin kendi soydaşları hakkında anlatıldığı kadar rahatlıkla “sürgün” hükmü verdiğini söyleyebilmek büyük talihsizlik!
Bu arada Hüseyin Rauf Orbay’ın başkanlığını yürüttüğü III. İcra Vekilleri Heyeti’nin, 12 Temmuz 1922 - 4 Ağustos 1923 tarihleri arasında görevde kalması ve bakanlıklara seçilen vekillerin mecliste yaptığı teşekkür konuşmalarında bakanlık alanlarına ilişkin iyi niyet dilekleri haricinde, II. İcra Vekilleri Heyeti gibi bir hükümet programı sunamadıklarını[16] belirtmekte de fayda var. Bunda, Milli Mücadele’nin en sancılı dönemlerinden geçilmesi sebebiyle ayrıca bir program hazırlamaya yeterli düzeyde zaman bulunamamış olmasını gerekçe göstermek mümkündür.
Dolayısıyla memleketin içinde bulunduğu olağanüstü koşullarda devlet otoritesi ve mekanizması henüz tam manasıyla kurumsallaşamamış, adalet düzeni de tatmin edici düzeyde tesis edilememişti.
Sonuçta böylesi bir kaotik atmosferde gerçekleşen olayların hiçbiri, amatör tarihçilerimizin karalamalarına bağlayarak hüküm verilecek, yaşananların günahını da (başbakan olsa dahi sistem üzerinde tam hakimiyeti bulunmayan) bir kişiye yıkacak basitlikte değildir.
Değerli yazarımız Sefer Berzeg kaynakta belirtilen eserinde bu konu hakkında şunları belirtir:
“Daha da önemlisi, bunu yapanların artık yaşamayan ve kendini savunma olanağı bulunmayan birçok saygıdeğer insanımızı çalakalem karalarken, biraz daha dikkatli, daha araştırmacı ve özellikle de biraz daha Adıge(=insan) olmaya çalışmaları gerekiyor. Üzülecek bir durum ama; günümüzde internetin aldatıcı kolaylıklarına kendini kaptırmış bulunan gençlerimiz, kendi tarihlerini ve sorunlarını, ya ‘düşmanlarının yazdıklarından’ ya da ‘sorumsuz tarihçilerden’ öğrenmek zorunda kalıyor.”[17]
Gelelim Lozan konusuna;
Girişte de belirttiğimiz gibi Lozan konusundaki iddiayı ilk ortaya atan isim aslında Vasfi Güsar’dır. Güsar 1975 yılında “Kafkasya Dergisi”ndeki bir yazısında bu iddiayı dile getirmiş ancak çoğu zaman olduğu gibi bu iddiasını destekleyecek herhangi bir belge ya da kaynak göstermemiştir:
“…Lozan Konferansı’nda İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon ile Türk delegasyonu başkanı İsmet İnönü arasında Türkiye’deki «azınlık» konusunda uzun tartışmalar olmuş, Curzon: «Çerkeslerin de azınlık hakkından yararlanması»nda üstelemiş, Dışişleri Bakanı İsmet Paşa ise «Çerkesler öz kardeşlerimizdir. Onları Hristiyan ve Museviler gibi bizden ayrı göremeyiz, ayıramayız» demiş, tartışmalar bir hayli sertleşmiş ve sonunda 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşmasında Çerkeslere «azınlık hakkı» tanınmamıştır…” [18]
İzzet Aydemir ise 1991’de kaleme aldığı yazısında Vasfi Güsar’ın bu iddiasını tekrarlamış ancak biraz daha geliştirerek “Rauf Orbay Lozan Anlaşması’nın müzakereleri sırasında Çerkeslere azınlık hakkı verilmesine de karşı çıkmıştır”[19] ifadesiyle yine Rauf Orbay’ı bunun tek sorumlusu olarak ilan etmiştir. Tabi ki Aydemir de tıpkı Güsar gibi bu iddiasına da yine hiçbir belge veya kaynak göstermemiştir.
İzzet Aydemir’in bu iddiası dönemin özel şartları düşünülmeden yapılmış maksadını aşan ağır bir suçlamadır. Oysa bir cümle ile kişilik katline girişmek yerine, biraz dahi olsa sorumlu davranıp süreci anlamaya çalışması, dönemin kayıtlarını, belgelerini okuyucularına açıklaması ya da en azından bir dipnot ile önermesi daha şık ve uygun bir tavır olacaktı.
İşin daha da trajik boyutu ise günümüz tarihçi ve akademisyenlerinin de Güsar’ın “Curzon’un Çerkeslerin de azınlık hakkından yararlanması konusunda ısrarcı olduğu, İsmet Paşa’nın Çerkesler öz kardeşlerimizdir. Onları bizden ayrı göremeyiz” dediği şeklindeki iddiasını “doğruluğunu-yanlışlığını dahi araştırma gereği duymadan” kaynak gösterip aynı şablon ifadeleri güncel makalelerinde tekrarlama yoluna başvurmuş olmalarıdır.[20] Nitekim Lozan görüşmelerinde Lord Curzon’un özellikle “Çerkeslere” azınlık hakkı verilmesi konusunda bu tür bir beyanı ile İnönü’nün “Çerkesler bizim öz kardeşimiz. Onları Hristiyan ve Museviler gibi bizden ayrı göremeyiz, ayıramayız” şeklinde bir beyanı ne İnönü’nün, ne Orbay’ın, ne Rıza Nur’un hatıralarında, ne Lozan tutanaklarında ne de Lozan görüşmelerine dair yayımlanan herhangi bir yazılı kaynakta bulunmaktadır! Şayet genç akademisyenlerimizin ellerinde “Güsar’ın hayal ürünü karalamaları dışında” bir kaynak var ise ve yayınlarlarsa memnuniyet duyarız!..
Onların yapmadığını biz yapalım; öncelikle Rauf Orbay’ın varsa “azınlıklar” kavramı konusundaki kişisel düşüncelerini, Lozan Konferansı’ndaki pozisyonunu ve “konferans tartışmaları”nı inceleyelim.
1. Rauf Orbay’ın “azınlıklar” kavramı hakkında bir yorumuna ve özelde Çerkeslere azınlık hakkı verilmesine karşı çıkan açık bir beyanatına yazılı kaynaklarda rastlanılmamıştır. Ama TBMM Hükümeti Başbakanı olarak resmi duruşu da bellidir. Bu konuda ancak içinde bulunduğu politik yaşamın sürecini açıklığa kavuşturarak bir yorumda bulunmak daha sağlıklı olacaktır.
Rauf Orbay’ın biyografisi incelendiğinde ikili bir kulvarda yol aldığını görebiliriz. Osmanlı Kuzey Kafkasya diasporasına ait bir ailenin çocuğu olan Orbay, bir yandan yıkılmak üzere olan Osmanlı Devleti’nin askeri ve idari bürokrasisi içinde yol alırken bir yandan da milli bilincinin gereği olarak 1908 sonrası Çerkes uyanışının sosyo-kültürel ve politik örgütlenmelerine[21] katkı sunmuş, Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti’nin politik ve diplomatik çabalarına destek vermiştir. Rauf Orbay çözülmeye başlayan “Millet” sisteminin[22] iklimi içinde yetişmiş ve hem “Müslüman Millet” hem de “Çerkes” kimliğini beraber taşımıştır.
Müslüman etno-kültürel çoğulculuğu veri alan Osmanlı mirası “Müslüman Millet” kavramı; “Milli Mücadele” döneminin temel referansları olan Erzurum ve Sivas kongreleri kararlarının, son “Meclis-i Mebûsan”ın Misak-ı Milli kararının ve dolayısıyla dönemin TBMM kararlarının ruhunu da yansıtmaktadır. Rauf Orbay da kuşkusuz bu tanımlamayı içselleştirmiş bir kuşağın ferdi olarak “Milli Mücadele”nin ön saflarındadır ve başbakandır.
Ulus devletlerin inşası sürecinin[23] yan ürünü olan “azınlıklar” (ekalliyet) sorununun Sevr Anlaşması ile dayatılma baskısının devam edeceğini öngören Rauf Orbay başkanlığındaki TBMM hükümeti, elde kalan son toprak parçasının (Anadolu) da parçalanmasını engellemek için Lozan’a gidecek olan heyete[24] verdiği 14 maddelik bir talimatlar listesinde[25] sadece bir maddeyi “Azınlıklar” konusuna ayırmıştır; “9. Azınlıklar konusunda esas, karşılıklı değişimdir [mübadele].” Bu kısa maddeden de anlaşılacağı üzere hükümet, “azınlıklar” meselesinde tartışılması gereken asıl alanı “mübadele” konusu olarak belirlemiştir. TBMM gizli celse tutanaklarında “azınlıklar” konusuna dair bundan başka bir yaklaşım da bulunmamaktadır. Bu maddede kastedilen “azınlıklar” ise Osmanlı “Millet” sisteminin “Gayrimüslim Millet”inin parçaları (Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler ve Nusayriler) olmak üzere tüm gayrı-müslimlerdir.[26]
1920 yılında İstanbul’daki son Meclis-i Mebusan’ın toplantılarında gayrimüslimlerden bahsedilirken halen “anâsır-ı gayrimüslime” denilmekte, azınlık tanımı kullanılmamaktaydı. Ancak Meclis-i Mebusan’da onaylanan Misak-ı Milli’nin beşinci maddesinde gayrimüslimlerden “ekalliyet (azınlık)” olarak bahsedilmiş ve oluşturulacak ekalliyet hukuku çerçevesinde diğer ülkelerdeki Müslüman azınlıkların sahip oldukları haklara onların da sahip olacakları ifade edilmişti.[27]
Ankara’daki Büyük Millet Meclisi’nin toplantılarında da resmi hale getirilmeden sadece gayrimüslimlerden “azınlıklar” olarak bahsedilmiştir. Lozan Antlaşması’nda oluşacak olan statünün fikrî altyapısı bu dönemde oluşmuştur.[28] Ayrıca Milli Mücadele döneminde azınlıklardan bahsedilirken kastedilen esas olarak Hristiyanlar; Hristiyanlar arasında da Rumlar ve Ermenilerdi. Kısacası azınlık olarak devletin özellikle Mondros Mütarekesi sonrası çatışma içinde olduğu halklar kastedilmekteydi. Buna bağlı olarak da azınlık terimi tamamen olumsuz bir manada kullanılmaktaydı. Avrupalı devletlerin, Türkiye’nin azınlık olarak kabul edilecek vatandaşlarına yönelik “himaye” söylemleri ise Türk kamuoyunda tepki ve eleştirilerle karşılık buluyordu.[29]
TBMM Hükümeti Başbakanı Rauf Orbay’ın da, açık bir beyanatı bulunmasa bile meclisin “Müslüman Millet” ve “Azınlık” kavramlarını aynen kabul ettiğini, özelde Çerkesleri ya da bir başka Müslüman etnik grubu “azınlık” olarak görmediğini, “Müslüman Millet”in bir parçası olarak değerlendirdiğini söylemek mümkündür.[30]
2. Rauf Orbay’ın resmi “Azınlık” ve “Müslüman Millet” yorumunun dönemin diaspora toplumunca da büyük oranda paylaşıldığını söyleyebiliriz.[31]
Rauf Orbay’ın da mensubu bulunduğu Kuzey Kafkasya diasporası da kendi etno-kültürel varlığına, ana vatanlarıyla olan bağına ve özgür gelecek tasavvuruna daima sahip çıkmaya devam ederken, yaşadıkları coğrafyanın etno-kültürel çoğulculuğu sembolize eden “Müslüman Millet” şemsiyesini de içselleştirdikleri için negatif algı oluşturan “azınlık” terimine ve projelerine de uzak durmuşlardır. Çünkü; “’azınlık’ nitelendirmesi Osmanlı dönemindeki manası ve Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren uygulanan inkar ve aşağılama politikalarının meydana getirdiği çağrışımla ‘ikinci sınıf vatandaşlığı’ vurguladığından hiç kimse azınlık potası içine girmek istememekteydi.” [32] Çerkesler ve onların yasal örgütleri, 1908 sonrasında elde edilen örgütlenme serbestliğini ve kullanmaya başladıkları sosyo-kültürel hakları yeni oluşmaya başlayan devlet içinde de sürdürebileceklerini düşünerek Müslüman olmayan azınlıklarla aynı torbaya girmeyi hiçbir zaman istememişlerdir.
Kuzey Kafkasya diasporası, Anadolu’daki “beka” kaygılı “Milli Mücadele”yi de bu psiko-sosyal şartlar içinde büyük oranda desteklemiş ama “Milli Mücadele” hareketinin iç çatışmaları ve iktidar mücadeleleri (“Çerkes” Ethem olayı, yeni kurulacak olan devletin niteliği ve içeriği hakkında tartışmalar) yeni devletin radikal bir şekilde tek tipçi “ulus devlet” oluşturma hedefine yönelmesi üzerine geri çekilmiş ve büyük bir hayal kırıklığı ile içine kapanmıştır.
Bu durumu biraz daha açacak olursak;
1917’den itibaren başlayan ve 1919’dan sonra iyice yükselişe geçen İttihat Terakki mirası çeteciliğin, saltanat yanlısı ayaklanmanın, Anadolu’da özellikle de Güney ve Doğu Marmara bölgesinde büyük bir tahribata yol açtığı bilinmektedir. Buna ek olarak Ankara’daki yeni devlet oluşumunun Gönen-Manyas sürgünlerinde olduğu gibi ölçüsüz, insafsız ve sert müdahaleleri, bölgenin en dinamik unsurlarından olan Çerkesleri maddi ve manevi açıdan oldukça yıpratmıştır. Bu negatif atmosfer, yeni rejimin yükselen asimilasyon politikaları ile daha da kesif bir hal almış, “mensubiyetlerinden utandırma kampanyaları yapılmış, dilleri yasaklanmış, köyleri sürülmüş … v.b. uygulamalarla halklar köklerinden koparılmaya çalışılmıştı.”[33] Kuzey Kafkasya diasporasının 1908’den itibaren var olan örgütlenme pratiğinin (Çerkes İttihat ve Teavün Cemiyeti, Çerkes Kadınları Teavün Cemiyeti, Çerkes Örnek Okulu) sonlandırılması da Çerkeslerin sosyo-kültürel çabalarının 1951’e kadar ertelenmesine sebep olmuştur.
Bu olumsuz tablo sebebiyle diaspora, geleneksel fikrini değiştirerek bırakın azınlık kabul edilme hakkını savunmayı, Lozan anlaşmasının Müslüman azınlıklara verdiği dillerini ve kültürlerini koruma güvencesini, içinde bulunduğu otoriter baskıcı atmosfer ve yılgın, küskün ruh hali sebebiyle uzun yıllar değerlendirme şansı bile bulamamıştır.
3. Rauf Orbay TBMM Hükümeti Başbakanı olarak Lozan Barış Konferansı’na katılmamış, müzakerelerde hükümeti Dışişleri Bakanı İsmet İnönü başkanlığındaki bir heyet temsil etmiştir.
Rauf Orbay hatıralarında bu durumu şöyle açıklamaktadır:
“…Lozan'a gidecek murahhaslar heyetimize benim başkanlık etmemi istiyorlardı. Ben ise, karşımıza gelecek olan devletlerin murahhas heyetlerine Hariciye Vekilleri başkanlık ettiğinden, bizim de aynı şekilde bu işe Hariciye Vekilimiz Yusuf Kemal Beyi memur etmemizi muvafık buluyordum. Fakat Yusuf Kemal Bey, başkan olarak gittiğim takdirde bana refakat edebileceğini ileri sürerek, bu vazifeyi kabul etmedi. Bunun üzerine ben, Mustafa Kemal Paşa'ya, Heyet başkanlığı için İsmet Paşa'yı tavsiye ettim…”[34]
4. Rauf Orbay, konferans süresince İsmet İnönü ile telgraf aracılığıyla kısıtlı, oldukça sorunlu ve gerilimli bir iletişim kurabilmiştir.
Rauf Orbay, konferansın ilk günlerinde Lozan ile iletişimin çok iyi sağlandığını[35] ancak ilerleyen haftalarda telgraf hattının Köstence’den geçen bölümünün İngiliz ve Fransızların elinde olması nedeniyle haberleşmenin durma noktasına geldiğini belirtir. Rauf Orbay hatıralarında, bu engel yüzünden Lozan Barış Konferansı’ndan istenildiği gibi sonuç alınamadığını hatta İsmet Paşa ile arasının açılmasına sebep olduğunu ifade etmektedir.[36]
Orbay hatıralarında bu durumu şöyle açıklamaktadır:
“…Lozan ile tek muhabere (telgraf) hattımız, Köstence yolu ile olandı. Bu yol da o sırada duruma hakim olan İngilizlerle Fransızların kontrolü altında idi. Şuracıkta, istitraden kaydedeyim ki: bu yoldan yaptığımız muhabereleri, İngilizlerin ellerine geçirerek, şifrelerini de hal ile okuduklarını bizzat o zamanki İngiltere Hariciye Vekili Mister Çörçil, son yıllarda yayınladığı hatıralarında anlatmaktadır. Şu halde, Lozan’daki heyetimiz başkanlığının benden beklediği cevapların gecikmesi sebebi, kendiliğinden meydana çıkmış oluyor…”[37]
“…Durum bu merkezde iken, murahhas heyetimiz başkanının bizden habersiz kararlara veya taahhütlere girişmesi ihtimalini önlemek için çok hassas ve müteyakkız bulunmam gerekiyordu ve benim hükümet başkanı olarak ve Mustafa Kemal Paşa ile mutabık kalarak belirttiğim bu hassasiyet, murahhas heyetimiz başkanını (İnönü) nedense sinirlendiriyordu. (…) Hele «evvelce verilmiş olan talimattan başka olarak, bütün hatt-ı hareketimin teferruatiyle Ankara’dan idaresi isteniyorsa ben bırakıp döneyim, siz benim yerime gelin, İtilâf Devletlerine istediklerinizi kabul ettirin» deyişi karşısında benden fazla Mustafa Kemal Paşa sinirlenmiş ve hemen o gün kendisine çektiği bir telgrafla «Çok asabi bir halde yazmış olduğunuz telgraftan dolayı sizi haksız buldum» demişti…”[38]
5. Lozan Barış Konferansı’nda azınlıklar sorunu, “birinci komisyon”un beş ve “azınlıklar alt komisyonu”nun on altı oturumunda görüşülmüş bu görüşmelerde özelde “Çerkesler” konusu hiç geçmemiştir.
Yoğun tartışmalara konu olan görüşmelerde genel itibariyle Müttefik devletler, “azınlıklar” kavramını antlaşma metnine sokmaya çalışırlarken, TBMM Hükümeti tarafı “Gayrimüslim Millet” tanımını revize ederek “gayrimüslim azınlıklar” şeklinde konulmasında ısrarcı olmuştur.[39] Batılı devletler, I. Dünya Savaşı sonrası azınlıkların korunmasına ilişkin yapılan anlaşmalarda kabul edilen “ırk, din ve dil azınlıkları” ölçütlerinin bu antlaşmada da temel alınacağını öngörmektedirler. Oysaki TBMM Hükümeti heyeti, bu ölçütlendirmeyi kabul etmezken, ülkelerinde din azınlıklarının bulunduğunu, fakat soy azınlıklarının bulunmadığını, böylelikle de soy ya da dil azınlıklarının korunması ilkesinin kabul edilmesinin imkan dahilinde olmadığını belirtmiştir.[40]
İngiltere’nin görüşlerini dillendiren Lord Curzon’a göre; I. Dünya Savaşı’na girilme sebebi, öncelikle, Hristiyan azınlıkların haklarının korunması olurken, bu hakların batıda yaşayan Müslüman azınlıklara da benzer şekilde uygulanması karşısında durmayacaklarını belirtmektedir.[41] İngiltere, Musul petrollerinin kontrolü açısından bölgedeki Kürtler üzerinde politika yürütürken, Lozan Konferansı esnasında, Türkiye Müslümanları arasında dil ve ırk ayrımı yaparak özellikle Kürtleri ayrı tutup azınlık statüsüne getirmek istemiştir.[42] Ayrıca Curzon, Ermenileri azınlık olmaktan çok, kendi devletleri içerisinde bağımsız bir devletin üyeleri olarak görürken, Sevr'de bahsi geçen Kürdistan önerisinden yalnızca bu Kürdistan dağlarında bulunan Hristiyan azınlıklar oranında bahsedilmekte ve ayrı bir devlet kurulması önerisine yer verilmemektedir. TBMM Hükümeti delegasyonunun Kürt lafını hiç gündeme getirmemesi üzerine, bu konu bir daha gündeme getirilmeyecektir.[43]
Komisyon tutanaklarına göre, İtalya delegesi Montagna’nın “soy azınlıklarının varlığının bir gerçek olduğu” hususunda ısrarlarına karşılık, TBMM Hükümeti delegesi Dr. Rıza Nur, ülkesinde yalnız Türklerin ve Kürtlerin bulunduğunu, Kürtlerin kaderlerinin Türklerle bir olduğunu ve azınlık haklarından yararlanmak istemediklerini ifade etmiştir. Ayrıca ona göre, Museviler de bu tarz haklar peşinde koşmazlarken, bu haklardan öncelikle yararlanmak isteyenlerin sadece Rumlar olduğunu söylemektedir.[44]
Ek olarak; Lozan görüşmelerinde azınlıklar konusunun tartışıldığı Alt Komisyon’da Türk Hükümeti İnönü değil Rıza Nur tarafından temsil edilmiştir. İsmet İnönü 22 Aralık'ta Ankara’ya yolladığı 21 Aralık raporunda Müttefiklerin, oluşturulmak istenen ekalliyet (azınlık) tanımına Müslümanları dahil etmelerinin Rıza Nur tarafından kesin olarak reddedildiğini bildirmektedir.[45]
Azınlıklar konusu görüşmelerinin Türk tarafı yetkilisi olan Dr. Rıza Nur’un hatıralarında kaleme aldığı şu satırlar onun ekalliyet (azınlıklar) hakkında ne derece aktif rol oynadığının adeta kanıtı niteliğinde;
“Frenkler bizde ekalliyet diye üç nevi biliyorlar: Irkça ekaliyet, dilce ekaliyet, dince ekaliyet. Bu bizim için gayet vahim bir şey, büyük bir tehlike. Aleyhimize olunca şu adamlar ne derin ve ne iyi düşünüyorlar. Irk tabiri ile Çerkes, Abaza, Boşnak, Kürt (vs) yı Rum ve Ermeninin yanına koyacaklar. Dil tabiri ile müslüman olup başka dil konuşanları da ekalliyet yapacaklar. Din tabiri ile Halis Türk olan iki milyon kızılbaşı da ekalliyet yapacaklar. Yani bizi hallaç pamuğu gibi dağıtıp atacaklar. Bu taksimi işittiğim vakit tüylerim ürperdi. Kıllarım sanki birer kazık oldu. Bilekleri sıvadım. Bütün kuvvetimi bu tabirleri kaldırmağa verdim. Pek uğraştım. Pek müşkilât ile fakat kaldırdım.”[46]
6. Lozan görüşmeleri sırasında bazı hükümet kararlarının dışına çıktığı gerekçesiyle İsmet İnönü'ye sözleşmeyi imzalama yetkisini vermemesi üzerine İnönü ile araları açılan Orbay, Atatürk'ün gerekli yetkiyi İnönü'ye vererek anlaşmanın imzalanması sonrası Başbakanlıktan istifa etti.[47]
Rauf Orbay, Atatürk ile görüşmesinde dile getirdiği bu istifayı şöyle açıklamaktadır:
“Lozan'dan yazdığı telgraflar ve aldığı vaziyet dolayısıyle, konuştuklarımız malum ... Gerçi onun yalnız beni değil, tarizlerine sizi de, vekil arkadaşları da hedef edindiği ve zaman icabı bunu hoş görmemiz gerektiğini söylemiştiniz ama, ben, ne olursa olsun, bir daha İsmet Paşa ile yüzyüze gelemem ve artık onunla birlikte imkanı yok çalışmam. Esasen, sulh muahedesini imzalamış olduğu gibi, bunu tatbik işini de ona bırakmak doğru olur düşüncesindeyim.”[48]
Özetlemek gerekirse;
Aslında Lozan Antlaşması’nın 39/4. Maddesinde yer alan “Hiçbir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticari ilişkilerinde, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır” ifadesi ister Çerkesçe, ister Lazca, ister Kürtçe hangi dilde olursa olsun her vatandaşa ana dilinde yayın yapma hakkı tanımıştır. Üstelik bu madde Konferans’a Türk heyetince önerilmiş ve aynen kabul edilerek antlaşma metnine girmiştir.[49]
Asıl sorun da burada başlamaktadır; zira Lozan’a göre “azınlık” statüsü verilen gayrimüslim vatandaşlar dışındaki Türkçe’den farklı dil konuşan tüm gruplara da bu haklar resmen verilmiş ancak pratikte hiçbir zaman bu haklar kullandırılmamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Lozan Antlaşmasında kabul ettiği hakların yaşama geçirilmesi konusunda hiçbir zaman istekli olmamış, bu maddeleri dış devletlerin Türkiye'nin iç işlerine müdahalesi olarak görmeye devam etmiş ve uygulanmasını engellemek için her türlü yönteme başvurmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türk ulus-devletine geçiş sürecinde gelişen Türk ulusçu hareketi dahilinde, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını takiben yoğun bir “Türkleştirme politikası” uygulanmıştır. "Türkleştirme siyaseti sokakta konuşulan dilden, okullarda öğretilecek tarihe; eğitimden sanayi hayatına; ticaretten devlet personel rejimine; özel hukuktan vatandaşların belli yörelerde iskânına kadar toplumsal hayatın her boyutunda geçerli idi."[50] Hatta gayrimüslümlerin yanı sıra farklı etnik mensubiyeti olan Müslümanların “Türküm” diye bağırtılan çocuklarına her fırsatta Türk olmadıkları da hatırlatılmıştır.
Dolayısıyla meselenin “tartışılması gereken asıl boyutu” Lozan değil, Lozan’dan sonraki süreçtir.
İzzet Aydemir’in “Rauf Orbay Lozan Anlaşması’nın müzakereleri sırasında Çerkeslere azınlık hakkı verilmesine de karşı çıkmıştır” şeklindeki sorumsuz hükmü, hiçbir kaynağa, hiçbir ilmî temele dayanmamaktadır.
Yukarıda aktarılan bilgilerden de anlaşılacağı üzere “Çerkeslere azınlık hakkı verilmesine de karşı çıkmıştır” dediği Rauf Orbay Lozan müzakerelerinde bulunmamış, bulunmadığı müzakerelerde de Çerkes kelimesi dahi geçmemiştir.
Aynı şekilde Vasfi Güsar’ın “Curzon’un Çerkeslere azınlık hakkı verilmesini istediği, İnönü’nün ise Çerkesler öz kardeşlerimizdir, onları Hristiyan ve Museviler gibi bizden ayrı göremeyiz” dediği şeklindeki (şehir efsanesi halini almış) iddiasının da hiçbir dayanağı bulunmamaktadır.
Velhasılı;
Amatör tarihçilerimize dair aktardığımız tüm bu verili durum, Kuzey Kafkasya diasporasının bugün işgal ettiği noktanın sadece “kendi tarihçilerinin varlığı veya yokluğu” yahut "yayınların çokluğu ya da azlığı" ile alakalı olmadığını, yazılanların doğruluğu ya da yanlışlığı" ile de ilgili olduğunu düşünmemizi gerekli kılıyor.
Elbette insanların geçmiş, bugün ve geleceklerine ilişkin bilgileri bir "tarih bilinci"nin varlığını ortaya koyar. Söz konusu bilinç ise doğrudan doğruya bilgi edinme üslubu ve vasıtalarıyla bağlantılı bir durumdur.
Özellikle "tarihe meraklı biz amatörlerin" unutmaması gereken asıl nokta bu alanın "oyun oynanacak bir laboratuvar" olmadığı ve yine tarihin "kendimizi haklı çıkarmanın bir silahı" halinde kullanılması durumunda pekala geri tepebileceğidir. Tarih çalışmalarında sıklıkla karşılaşılan “güncel anlayışla geçmişe bakmaktan” kaynaklanan derin bir yanılgı ve çarpıtma da cabası.
Bu bağlamda Vasfi Güsar gibi İzzet Aydemir'in de bırakınız "tarih" yazdığını, amatör uğraşısı içinde "tarihçiliğe katkı"da bulunduğunu söyleyebilmek bile cidden büyük "sorumluluk" gerektiriyor.[51]
Son tahlilde bu hazin durumun bir başka trajik tarafı, tarih konusunda mesleki formasyonu bulunmayan bizlerin "kaynaklar"ı "çözümleme" gayreti göstermemesidir. Böylesi bir vakıa, ya "okumadığımız", ya "okuyup da anlamadığımız", ya da büyük bir maharetle "okuduklarımızı çarpıttığımız" veya "bilmediğimiz konularda kalem oynattığımız" gibi opsiyonlar karşımıza çıkar ki her dört durumda da bilgi tüketicisi olan okuyucunun "doğru"luktan uzak anlatımlara maruz kalmaması imkansızdır…
Nail Sönmez
24 Temmuz 2023
Dipnotlar:
[1] İzzet Aydemir, “Muhaceretteki Çerkes Aydınları”, Ankara, 1991, s.93-94.
[2] Sefer E. Berzeg, “Kafkasya ve Diaspora Yayın Hayatından”, (Ankara: Kuban Matbaacılık, 2008), s.158.
[3] Asaf Özkan, "Millî Mücadele nin Sonlarına Doğru İşbirlikçi İki Örgüt Anadolulular Cemiyeti ve Anadolu Osmanlı İhtilal Komitesi," Atatürk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Dergisi , cilt.5, 2007, s. 175-177
[4] İzzet Aydemir, “Gönen-Manyas Çerkeslerinin Sürgünü”, Nart Dergisi, Kasım-Aralık, 1999, s.46
[5] Dr. Rıza Nur: “Hayat ve Hatıratım”, c.3, İstanbul, 1968, s.1247-1248. (Rıza Nur’un bu konuyla ilgili hatıralarında yazdıkları şu şekildedir: “Abazalığı, milliyeti galeyana gelmiş. Cevap bile vermedim. Bu vesika Sıhhiye Vekâleti’nin dosyasındadır. Âti nesiller bilsin.”)
[6] Berzeg, “Kafkasya ve Diaspora”, s.158.
[7] Rıza Nur: “Hayat ve Hatıratım”, c.3, s.1045.
[8] Caner Yelbaşı, “Türkiye Çerkesleri, Osmanlı’dan Türkiye’ye Savaş, Şiddet, Milliyetçilik”, İletişim Yayınları, (İstanbul: 2019), s.186
[9] Mehmet Fetgeri Şoenu, “Çerkes Meselesi Hakkında Türk Vicdan-ı Umumîsine ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Arıza”; Daha geniş bilgi için bkz: Mehmet Fetgeri Şoenü, Tüm Eserleriyle Mehmet Fetgeri Şoenü, (Ankara: Kaf-Dav Yayınları, 2007),
[10] Eylem Akdeniz Göker, “Erken Cumhuriyet Döneminde Demografik Mühendislik ve Devlet İnşa Pratikleri: Gönen Manyas Çerkes Sürgünü”, Mülkiye Dergisi, s.683.
[11] Duğ Orhan Doğbay, “Diasporanın Varolma Mücadelesi ve Bariyerler Üzerine”, http://www.kuzeykafkasya..
[12] Murat Özden, Ali Seyit Paşa Kollektif Yalanına İnanacak mıyız?, http://www.ozgurcerkes.com/?Syf=22&Mkl=1220097
[13] Murat Özden, Üçüncü Sürgün Gönen-Manyas Çerkes Sürgünü, 21 Yayınları, 2020, s.15-16.
[14] Kısaca “Men-i Şekavet Kanunu” olarak adlandırılan "Rumeli Vilayetinde Şekavet ve Mefsedetin Men’i ve Mütecasirlerinin Takib ve Tedibi Hakkında Muvakkat Kanun Layihasi" 21 Eylül 1909 tarihinde çıkarılmış, bu kanunun ilgili maddelerine dayandırılarak vilayette "divanı harpler" kurulmuştur. (Geniş bilgi için: Sabri Yetkin, Ege'de Eşkıyalar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1996, s. 133).
[15] 10 maddeden oluşan İzâle-i Şekâvet Kanunu 18 Ekim 1923’te kabul edildi. Geniş bilgi ve maddeler için bkz: Kemal Yakut, “Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Eşkıyalığın Önlenmesine İlişkin Düzenlemeler”, Kebikeç-34, 2012; “İzale-i Şekavet Kanunu” Resm-i Ceride, 25 Teşrin-i evvel 1339, No: 37, s. 1.
[16] Neziroğlu, İ. ve Yılmaz, T., Hükümetler, Programları ve Genel Kurul Görüşmeleri, Cilt 1, Ankara (2013), TBMM Basımevi, s. 55-62.
[17] Berzeg, “Kafkas Diasporasında”, 158-159.
[18] Vasfi Güsar "Çerkez Kadınları Teavün Cemiyeti", Kafkasya Dergisi, no.48 (Ankara: 1975), s.21
[19] İzzet Aydemir, “Muhaceretteki Çerkes Aydınları”, (Ankara: , 1991), 93-94.
[20] Örneğin: Elmas Zeynep Aksoy “Çerkes Teâvün Cemiyeti” başlıklı makalesinde Vasfi Güsar’ın yazısını kaynak göstererek şu ifadelere yer yermiştir: “İsviçre de yapılan Lozan Konferansında tartışılan en önemli konulardan biri de “azınlık” sorunuydu. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon ile Türk Delegasyonu Başkanı İsmet İnönü arasında azınlıklar hakkında uzun tartışmalar geçmiş, bu tartışmaların birinin konusunu da Çerkesler oluşturmuştur. Curzon, Çerkeslerin azınlık statüsüne konulmasında ısrar etmiş, İsmet Paşa ise “Çerkesler bizim öz kardeşimiz. Onları Hristiyan ve Museviler gibi bizden ayrı göremeyiz, ayıramayız” demiş ve 24 Temmuz 1923’te imzalanan “Lozan Antlaşması” ile Çerkeslere azınlık hakkı tanınmamıştır.” Toplumsal Tarih Dergisi, (Eylül: 2003), s.100-102.
[21] Çerkes İttihat ve Teavün Cemiyeti, Şimali Kafkas Cemiyeti.
[22] Osmanlı “Millet” sistemi toplumunu farklı etnik köken ve dillere mensup “Müslüman Millet” ve “Gayrimüslim Millet” olarak ikiye ayırmaktaydı.
[23] Baskın Oran, “Türkiye’de Azınlıklar: Kavramlar, Teori, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama”, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2015), 26.
[24] Hükümet, Lozan’a gidecek delegasyonu şöyle belirlemişti: Baş delege İsmet İnönü, ikinci delege Rıza Nur, delege Hasan Saka (eski İktisat vekili). Delegasyona yardım edecek çok geniş bir danışmanlar grubu oluşturulmuştu. Milletvekillerinden M. Celâl Bayar, Zekâi Apaydın, Lemi Saltık ve Zülfü Tiğrel, Hariciye Vekâleti’nden Münir Ertegün ile Yusuf Hikmet Bayur, ayrıca Tevfik Bıyıklıoğlu, Tahir Taner, Şükrü Kaya ve Fuat Ağralı gibi uzmanlar bunlar arasındaydı. Şerafettin Turan, “Lozan Antlaşması”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.27, s.214-217.
[25] “Lozan Telgrafları I (1922-1923)”, Der. Bilal Şimşir, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1990), s. xiv’den aktaran: Özlem Seven, “Lozan’da Azınlık Kavramı ve İki Dünya Savaşı Arası Dönemdeki Uygulamaları”, (Yüksek Lisans Tezi), (İstanbul Ünv. Sosyal Bil. Enst. Uluslararası İlişkiler, Ana Bilim Dalı, İstanbul, 2007), 110.
[26] Ekalliyetler devlete ayrıca vergi verir, askere alınmazlar, v.s. idi. Yani statü itibarıyla düşük zümreden sayılıyorlardı. (Ancak “Millet Sistemi” gereği, Osmanlı’da gayrimüslimler ikinci sınıf vatandaş iseler de, her türlü dinsel, dilsel ve etnik vb. gruplar için kültürel haklar serbestti. Devlet kimin ne konuşup yazdığına ve öğrettiğine, ne tür bir dinsel uygulama yaptığına karışmazdı.)
[27] Mustafa Budak, “İdealden Gerçeğe: Misâk-ı Millî’den Lozan’a Dış Politika”, (İstanbul: Küre Yayınları, 2003), 155-182.
[28] Derya Bayır, “Türk Hukukunda Azınlıklar ve Milliyetçilik.” Çev. Ülkü Sağır, (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2017), 92-98.
[29] Süreç boyunca yaşanan tartışmalara örnek olarak bkz. Hâkimiyet-i Milliye, 9 Aralık 1921: 1, İkdam, 2 Ocak 1922: 1, İkdam, 31 Ocak 1922: 1, İkdam, 20 Aralık 1922: 3’den aktaran: Özlem Seven, “Lozan’da Azınlık Kavramı ve İki Dünya Savaşı Arası Dönemdeki Uygulamaları”, (Yüksek Lisans Tezi), (İstanbul Ünv. Sosyal Bil. Enst. Uluslararası İlişkiler, Ana Bilim Dalı, İstanbul, 2007), 168. / Musevîler ve Millî Mücadele sırasında kurumsal olarak devletle çatışmaya girmemiş olan Süryaniler gibi Hristiyan topluluklar Lozan Antlaşması öncesi azınlık tartışmalarının dışında görülüyorlardı. Bu tavra etkin eden temel faktör, Musevî Hahambaşılığı ile Süryani Patrikhanesi’nin Millî Mücadele sırasındaki faaliyetleriydi. Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada hahambaşılık vazifesinde Haim Nahum Efendi bulunmaktaydı. İttihatçılara yakınlığı ile tanınan ve Siyonizm karşıtı olan Haim Nahum, mütareke sonrası Osmanlı Devleti yanlısı bir siyaset izlemişti. Daha sonra da Kuva-yı Milliye ve Milli Mücadele lehine beyanlarda bulunmuş, Mustafa Kemal Paşa’nın mücadelesinin haklılığını vurgulamıştı. 1920 yılında Haim Nahum’un istifa etmesi sonrası hahambaşı vekili sıfatıyla göreve gelen Haim Moşe Bejerano da benzer tavırlara sahipti. O da Millî Mücadele süresince Ankara Hükümeti yanlısı siyaseti sürdürdüğü gibi, barış antlaşmasıyla belirlenecek azınlık tanımına Musevîlerin de dâhil edilmesine ve Avrupalıların azınlık politikalarına itiraz etmişti. Süryani Patrikhanesi de Millî Mücadele süresince benzer bir politika takip etmişti. Süryani Patriği İlyas Şakir Efendi, Mustafa Kemal Paşa ve Ankara Hükümeti lehine sürdürdüğü politikalarla birlikte, hahambaşılık yetkilileri gibi Avrupa devletleri tarafından gündeme getirilen azınlık söylemine de karşı çıkmaktaydı. Hatta bu tavrını Lozan Konferansı sırasında da devam ettirecek ve Süryanilerin Türkiye’nin azınlık tanımına dâhil edilmemesini isteyecekti. Ramazan Erhan Güllü, “Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Süryani Kilisesi ve Süryanilerin İdaresi”. Osmanlı Araştırmaları, 53, 2019), 311-313.
[30] TBMM’nin bu bakış açısı, 29 Ekim 1923’den sonra değişmiş, Türk etno-kültürel varlığını merkeze alan diğer Müslüman ve gayrimüslim halkların etno-kültürel varlığını görmezden gelen hatta yok sayan “ulus devlet” modeline geçilmiştir.
[31] Diasporanın genel duruşunun tek istisnası, saltanat yanlısı ve Kuvâ-yi Milliye karşıtı koalisyonun 24 Kasım 1921'de İzmir’de kurduğu Şark-ı Karib Çerkesleri Temin-i Hukuk Cemiyeti’nin istekleridir. Cemiyet; İtilaf devletlerinden “azınlık" olarak Anadolu'daki varlıklarının tanınmasını, Çerkeslerin bir arada toplanabildiği Kuzeybatı Anadolu'nun bazı bölgelerinin İngiliz mandasına alınmasını, olmazsa Milletler Cemiyeti'nin temsil edildiği hâliyle “Avrupa'nın” veya Yunan Krallığı'nın korumasını istemişlerdir. Geniş bilgi için bkz: Ryan Gingeras, “Dertli Sahiller (Şiddet, Etnisite ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu, 1912-1923)”, Çev: Melike Neva Şellaki, (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2015), 219,222.
[32] Erol Karayel, “Azınlık Kavramı ve Çerkesler”, 8 Ağustos 2011, http://www.cdp.org.tr/?p=2756 (24.07.2022 tarihinde erişilmiştir.)
[33] Karayel, “Azınlık Kavramı ve Çerkesler”, http://www.cdp.org.tr/?p=2756
[34] Rauf Orbay, “Cehennem Değirmeni Siyasî Hatıralarım” (İstanbul: Emre Yayınları, c.2, Eylül-1993), 116
[35] “…İsmet Paşa, Murahhas Heyet Başkanı olarak Lozan’a gidince, müzakereler esnasında, ne suretle olursa olsun, müşkülâta maruz kaldığı anlarda Hükûmet Reisi olarak benden, mütalâa ve fikir sorar, ben de vekil arkadaşlarla, ekseriya Mustafa Kemal Paşa ile de istişare ederek, kendisine takip edeceği hattıhareketi bildirirdim. Lozan konferansı işte bu şekilde çalışarak, belli başlı dâvalarımız üzerine tartışmalara sahne olurken, günün birinde İsmet Paşa’nın bir takım mülâhazalarla ve belki de orada maruz kaldığı sıkıntılı vaziyetlerin tesiriyle huzursuzluklar göstererek, hükûmetle bazı anlaşmazlıklara yol açtığı görüldü…” Orbay, “Cehennem Değirmeni ” c.2, 116-117.
[36] İlhan Haçin, “Hüseyin Rauf Orbay ve I. TBMM’deki Faaliyetleri (1920 – 1923)”, s.27-28
[37] Orbay, “Cehennem Değirmeni ” c.2, s.120; İlhan Haçin, “Hüseyin Rauf Orbay”, s.103-105
[38] Orbay, “Cehennem Değirmeni ” c.2, s.120; İlhan Haçin, “Hüseyin Rauf Orbay”, s.103-105
[39] Lozan Barış Konferansı: Tutanaklar, Belgeler, Çev. Seha L. Meray, I. Takım, I. Cilt, II. Kitap, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Yayını, 1970, s.253.
[40] Lozan Barış Konferansı: Tutanaklar, 154.
[41] Lozan Barış Konferansı: Tutanaklar, 179.
[42] Lozan Barış Konferansı: Tutanaklar, 253.
[43] Lozan Barış Konferansı: Tutanaklar, 182.
[44] Levent Ürer, “Azınlıklar ve Lozan Tartışmaları”, (İstanbul: Derin Yayınları, 2003), 255.
[45] Bilal N. Şimşir, Lozan Telgrafları, c. I (1922-1923), Ankara, 1990, s 263.
[46] Rıza Nur: “Hayat ve Hatıratım”, c.3, s.1044-1045.
[47] Rauf Orbay 4 Ağustos 1923 tarihinde istifa etmiştir. https://www.aa.com.tr/... (Erişim Tarihi: 02.08.2022)
[48] Orbay, “Cehennem Değirmeni ” c.2, s.133
[49] Lozan Barış Konferansı: Tutanaklar, 167. [EK (B) Türk Temsilci Heyetinin Sunduğu Tasarı, 18 Aralık 1922.]
[50] Ayhan Aktar, "Cumhuriyet'in ilk Yıllarında Uygulanan Türkleştirme Politikaları'", Tarih ve Toplum, Aralık 1996, sayı 156, s.4-18.
[51] M.Aydın Turan’ın yayınlanmamış notlarından.