“UÇAN ÜNİVERSİTE”NİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

“Bağımsızlık mücadelesi denince, akla savaş meydanları gelir. Gerçekten de, hemen her milletin tarihinde kanla yazılmış bağımsızlık destanları vardır. Ancak ilim, irfan, kültür ve sanat alanında bir bağımsızlık mücadelesini topyekûn bir şekilde ve uzun bir süre omuzlayan milletlere pek sık rastlanmaz. Polonyalılar tarihin bu pek seyrek başarılarından birine imza atmış bir millet olarak bugün ayakta duruyor.”


Sayın Ümit Şimşek “Uçan Üniversite” adlı kitabında böyle tanıtıyor Polonya’nın bağımsızlık mücadelesini. Prusya, Çarlık Rusyası, Avusturya, Nazi Almanyası ve Sovyet Rusya’nın sömürgeci işgal yönetimlerine sadece silahlı direniş ile değil bilim ve sanat ile de direnen ve başarılı olan bir halkın destansı hikâyesinden bir kesit “Uçan Üniversite”.

Nobel ödülünü kazanan ilk kadın olmanın yanı sıra, ödülü iki defa alan yegâne Nobel sahibi bilim insanı olan Marie Curie, Polonya’daki Yüzen / Uçan Üniversite günlerini anlatırken şunları söylüyor: “İçinde bulunduğum grup, ülke istikbalinin, milletin entellektüel ve moral gücünü geliştirmek için harcanacak çok büyük çabalara bağlı olduğuna inanan gençlik gruplarından biriydi. Bir araya geldik ve birbirimize akşamları dersler vermeyi kararlaştırdık. Herbirimiz, diğerlerine, kendisinin en iyi bildiği şeyi öğretecekti.”

Çarlık Rusyası’nın işgalci ve sömürgeci yönetimine karşı, yeraltında eğitim seferberliği yapan “bu üniversitenin sınıfları her gece ayrı bir evde, Rus yetkililerinin gözlerinden uzak yerlerde toplanıyordu. Böylece geceleri bir evden bir başka eve yüzen bu sınıflarda, öğretim üyeleri hiçbir karşılık beklemeden bilgilerini genç kuşaklara aktarıyor; ayrıca üst sınıfların öğrencileri de kendilerinden daha aşağıdaki sınıflarda bulunan öğrencilere ders veriyorlardı. Bu sistem, Polonyalıların olağanüstü bir ileri görüşlülük ve birlik ruhu içinde geliştirdikleri ve uyguladıkları bir sistemdi.

Rus Çarı, Polonya halkını bütünüyle cahil bırakmak ve kültürlerinden uzak tutmakla onların milliyetçilik duygularını bastırabileceğini düşünürken; Polonyalılar da kendi geleceklerini bütünüyle ilme, kültüre ve sanata sahip çıkmak ve bu değerlerini ne pahasına olursa olsun koruyup geliştirmekte görüyorlardı. Onlar bu yolun uzun ve çileli bir yol olduğunu biliyorlardı. Matematiğin, fiziğin, biyolojinin, tarihin, edebiyatın, müziğin ayrıntılarıyla yıllar boyu boğuşacaklar, her akşam birkaç satırlık birşey öğrenebilmek için evden eve uçacaklardı.

İlim öğrenirken, özellikle de öğretirken suçüstü yakalanmanın işkence, hapis ve Sibirya gibi bedelleri vardı. Ve Çarlık Rusyası bu işi oldukça ciddiye alıyordu. Çünkü o kafanın “terörist” veya “düşman” konseptine, çantasında ders kitabı taşıyan bir genç kız, eli silahlı bir direnişçiden daha yakındı.”

Polonya’nın bu emsalsiz direniş ruhunun ve iradesinin ikinci bir örneği var mı bilmiyorum? Polonya halkının durdurulamayan, örselenemeyen azmine ve çelik iradesine hayran olmamak mümkün mü?

Çarlık Rusyası’na ve seleflerine karşı sürdürülen direniş mücadelemizin birçok evresinde, Polonya’nın bu asil çocuklarıyla yollarımız defalarca kesişti.

Özellikle 1830 ayaklanmasından sonra on binlerce Polonyalı asker (er ve rütbeleri sökülmüş subay) Çarlık Rusyası ordularına alınarak aynı dönemlerde süren Rus-Kafkas savaşının en ön cephelerine sürülmüşlerdi. Çarlık Rusyası bu sayede bir taş ile iki kuş vuracaktı. İşgale direnen iki mazlum halkın evlatlarını birbirine kırdıracaktı. Bu dönemde binlerce Polonyalı, esir alınarak ya da gönüllü kaçarak Kuzey Kafkasyalıların saflarına geçtiler. Bunların bir kısmı bizimle işgalci Rus ordularına karşı savaştılar.

Ülkesinin işgal edilmesi sonucu Avrupa’ya dağılan ve bir kısmı da Osmanlı Devleti’ne sığınan Polonyalı politik mültecilerde bizim mücadelemize kayıtsız kalmamıştı. “Hotel Lambert” grubu ve lideri Prens Adam Czartoryski ‘yi burada yeri gelmişken hayırla yad etmek gerekir. Ayrıca Theophile Labinski ve arkadaşlarını da. Onların özellikle Çerkesya’nın son direniş yıllarına verdiklerine katkıları unutmak mümkün mü?

Polonya’nın 1920’li yıllarda kendisine sığınacak bir liman arayan Kuzey Kafkasya politik göçmenlerine kucak açması, burada doğan “Kafkasya Dağlıları Halk Partisi”ne gösterilen yakınlık da hiçbir zaman unutmayacak. 1990’lı yılların sonlarına doğru yeniden işgal edilen Çeçen-İçkeriya’nın gurbete savrulan evlatlarına tutunacak dal uzatması da kayda geçirilmelidir.

Evet, Polonyalılara minnettarız. Ama bu konuyu sadece minnettarlığımız sunmak için açmadım esasında. Polonyalılar “Uçan Üniversite” örneği ile bize ve bizim gibi toprakları işgal ve sömürge altında tutulan ve halkının büyük bir kısmı çeşitli diasporalara dağılan halklar için büyük bir ilham kaynağıdır. “Uçan Üniversite” özelinde dikkate alınması gereken en önemli şey (politik ve entelektüel kişilikleri bir kenara bırakıyorum) sıradan halkın göstermiş olduğu inanılmaz direnç ve iradedir. İşkence, hapis, sürgün ve ölüm tehditlerine rağmen yeraltında sürdürülen eğitim seferberliği, kültür ve sanat uğraşlarına olan bağlılıkları göz kamaştırıcıdır.

Polonya halkının savaş meydanlarında verdiği mücadelenin bir benzerini farklı ölçeklerde de olsa biz de verdik. Bizim de kanla yazılmış işgale direniş destanlarımız var. Ama bu mücadele sonucu değiştiremedi. Bu tarz mücadele ile bundan sonraki süreçte de mukadderatımızı değiştiremeyeceğimiz maalesef ortada.

Varoluş mücadelemizin kapsama alanını tüm sosyo-politik ve kültürel alanları da kuşatacak şekilde genişletebilmeliyiz. Hamaset ve oportünizmden uzak duran ama zihinlerimize kesinlikle yüksek politik bilinç ve sarsılmaz bir irade nakşedecek çalışmalara ihtiyacımız var.

İçinde yaşadığımız tüm coğrafyalarda aldığımız tüm eğitim ve yaşam tecrübelerimizin limitlerini zorlayarak ilim, irfan, kültür ve sanat alanlarında özgün eserlere, artı değerlere ihtiyacımız var.

Bir kısmı kütüphanelerin tozlu raflarında duran bir kısmı günümüzün yaşam pratiğinde saklı tüm sosyo-politik, kültürel ve ekonomik verilerimizi, bizim gözümüzden okumalarla yeniden tespit edecek, yorumlayacak ve yazacak bilimsel ve entelektüel kalibreli kalemlere, uluslararası ilişkilerde herhangi bir konuda söz söyleyebilen ve sözü değer kabul edilen uzman politik kişiliklere, kültürel tüm alanlarda; müzik, sinema, tiyatro, resim, edebiyat ve diğer tüm görsel sanatlarda dünya çapında değeri olan sanatçılara, 21. Yüzyıl Abreklerine ihtiyacımız var.

Halkımızın son iki yüz yıl içinde yaşadığı tüm acıları, savaşları, işgalleri, soykırımı ve sürgünleri;

bir çizgi ile ifade edebilen karikatüristlere; örneğin bir Naci Selim El Ali'ye,

sarsıcısı ve büyüleyici satırlarıyla önümüze seren edebiyatçılara; örneğin bir Forrest Carter’e,

deklanşörü ile “an”ı donduran, etkileyici kareler oluşturan ve tarihe not düşen fotoğraf sanatçılarına; örneğin bir Phil Borges’e, ihtiyacımız var.

Çevremizi çepeçevre kuşatan bu fasit daireyi yeni mücadele yöntemleri ile kıramaz isek, ne işgalin ve sömürge hayatının hala sürdüğü anavatanımız Kuzey Kafkasya’da ne de asimilasyon ve depolitizasyon kıskacında günden güne eriyen diasporalarımızda bir sonuç alamayacağız.



Ama ümitsiz de olmamak lazım. Ne diyor eski bir Adige atasözü: “Ümit Olmayınca At Koşmaz”

31 Temmuz 2014 tarihinde Kabardey-Balkar Cumhuriyeti’nin başkenti Nalçik’te faali meçhul bir cinayet ile 27 yaşında şehit edilen Adige genci Timur Kuaşev’in kendi bloğunda yazdığı son sözleri de bize ışık tutuyor ve umut veriyor:

“Geleceğe dair umutsuz düşünceleriniz var ise bu düşüncelerinizden arının.

Düşünceleriniz kristal kadar berrak, hedefleriniz kesin ve net, araçlarınız meşru ve yasal, yöntemleriniz de özgüvenli ve kararlı olmak zorundadır.”


17.12.2016

Duğ Orhan DOĞBAY

© KKC 100. Yıl